“Milletimizin üç asırdan beri geçirmekte olduğu buhranların sebebi ve kaynağı, kültür ve maarif sahasında aranmalıdır.” Nurettin Topçu
İnsanı diğer bütün varlıklardan ayıran en önemli bir özellik; buluşları, bilgileri ve değerleri, eğitim yoluyla kişiden kişiye, kuşaktan kuşağa aktarabiliyor, deneyimleri kullanarak gelişebiliyor, ilerleyebiliyor olmasıdır. Hayvanlar âleminde (Yaratıcı’nın vaz’ettiği bazı özel durumlar hariç) böyle bir şey söz konusu değildir. Örneğin eğitilmiş bir kedi başka bir kediyi eğitemez. Dünyaya gelen her kedi, Amerika’yı, önceki kedilerden yardım almaksızın yeniden keşfetmek zorundadır. Hattâ öğrendiğimiz kadarıyla, meleklerde bile böyle bir terakki söz konusu değildir. İnsanoğluna ait bu özellik, bizim hem daha iyiye, daha güzele ulaşmamızı hem de yanlışlık yapmaktan korunmamızı sağlar. Böylece birey olarak da toplum olarak da olgunluğu, rahatı, refahı, huzuru, mutluluğu elde etme şansını daha kolay yakalayabiliriz. Bizi bu sonuca götüren sihirli kelime, terbiye (eğitim)dir.
Terbiye kelimesinin lügat anlamı; büyütmek, yükseltmek, yüksek bir yere çıkmak’tır. Terbiye kelimesi, ayrıca; görgü, alıştırma ve eğitim anlamlarına da gelmektedir. Bu kavramın Cenâb-ı Hakk’ın ‘Rabb’ (Rabbü’l Âlemîn) ismiyle özel bir ilişkisi olduğu ayan beyan ortadadır. İnsan(lar)ı belli bir amaç için yetiştirmeye eğitim (terbiye) adı veriliyor. Şu da onun bir başka tanımıdır: “Eğitim, kişinin kendi imkânlarının, yeteneklerinin sınırları içinde gelişmesini sağlayacak, amaçlı, bilinçli, plânlı bir yaşantıdır.” Eğitim’i çok değişik yaklaşımlarla tanımlayanlar var, bu tanımların bazılarını ileriki yazılarımda ele almak zorunda kalacağım ancak şimdi konuyu dağıtmak uygun olmaz. “Öğretim” yani “talim”, eğitim’in bir parçasıdır ama eğitim ile aynı anlama gelmez.
Amaçları, ilkeleri ve yöntemleri değişiklikler gösteriyor olmakla birlikte tarihin en eski zamanlarından bu yana eğitime çok önem verildiğini hepimiz biliyoruz. Yine günümüzde eğitim, kişilerin, toplumların (ve dolayısıyla ailelerin), devletlerin, evrensel kuruluşların en önemli gündem maddelerinden biridir. Ülkemizde de gerek yaygın gerekse örgün eğitim ve öğretim, daima güncelliğini koruyan bir konudur. Teknolojinin, ulaşımın, iletişimin, çağımızda hangi noktalara varmış olduğu herkesçe malûmdur. Bu gerçeğin kaçınılmaz bir sonucu olarak bireyler, toplumlar, milletler arasında eğitim konusunda da baş döndürücü bir etkileşim söz konusudur ki bu, eğitim kaygısı taşıyan herkesi çok dikkatli olmaya, çeşitli tedbirler almaya zorlamaktadır. Kişiler ve toplumlar bu etkileşim sürecinde etkin ve gerçekçi süzgeçler kullanmak zorundadırlar. Bu da bilgili, donanımlı ve müteyakkız (dikkatli) olmayı gerektirir.
Batıya yönelmiş, çağdaşlığın peşine düşmüş, konuyla ilgili ihtiyaçları karşılamak ve sorunları gidermek adına nice çarelere başvurmuş, iyi niyetle pek çok özveri sergilemiş bir toplumuz. Bazı ilgisiz ve bilgisiz aileleri dışta bırakırsak, bugün birçok anne ve babanın en birinci konusu, çocuklarıdır. Gerçi bu anne babalar büyük bir yanlışlığa düşüyor ve çocukları için iktidar dolu, zengin, müreffeh, keyifli, hattâ şöhret dolu ama az yorulacakları lüks bir hayatı baş hedef yapıyorlar. Çocuklarının adam olmasını değil, vali olmasını arzuluyorlar. Bilinçli olanlar hariç. (Çok muhterem, mübarek bir büyüğümüzün; “Allahım, bana zeki, akıllı ama bu akıldan dolayı iyi kul olamayacak, rızanı kazanamayacak bir evlat vereceğine; biraz kıt akıllı, saf ama senin rızana erişebilecek bir evlat vermeni tercih ederim.” şeklinde dualar ettiğini biliyorum.) {{Yalnız dünya için yaşamak, eğlenmek isteyenlerin çalışmalarının karşılığını, hiçbir şey esirgemeden -sağlık, mal, para, makam, şöhret gibi- bol bol veririz. Bunlara ahrette yalnız Cehennem ateşi vardır. Emekleri hep boşa gider.}} (Hud; 15, 16) Fakat böyle anne babalar, çocuklarının adam olmasını değil, vali olmasını istiyor olsalar da eğitimi bu amacın bir aracı olarak gördükleri için çocuklarına iyi bir eğitim verebilmeyi, onları en iyi bir şekilde yetiştirebilmeyi, hattâ biraz da gereğinden daha önemli buluyorlar. Bu uğurda denize düşseler yılana sarılmaya bile razılar. Zaman zaman sarılıyorlar da. Ben, 35 yıl süren öğretmenlik hayatım boyunca, vakitlerini, servetlerini seve seve bu yolda harcayan birçok ebeveyn bulunduğunu bizzat gözlemledim. (Şunu atlıyor değilim: Altın günlerinde, okey partilerinde, çarşı pazar sokaklarda sürterek -haydi sürterek demeyeyim de arzı endam ederek-, cep telefonuna ve sosyal medyaya gömülerek çocuk büyüttüğünü sanan anneler; meyhanelerde, ganyan bayilerinde vakit öldüren ve belki de madde bağımlısı babalar, apayrı bir sorundur. Bunlar çocuklarını yok sayan vicdansızlardır.)
Ancak…
Ancak birey olarak, toplum olarak, devlet olarak amaca ulaşıldığı söylenebilir mi? Konuya ilgi arttığı, (gûyâ) bilimsel yöntemlere başvurulduğu, anne babalara türlü yollar gösterildiği, örgün öğretimde durmadan mevzuat arayışları sergilendiği halde istenen sonuçlar alınabiliyor mu? Belki biraz felaket tellallığı yapmış gibi olacağım ama ben bu sorulara olumlu cevap veremiyorum. Ve biliyorum ki, bu çalışmamı okumakta olan pek çok ilgili de benim gibi düşünüyor. İyiye değil, tam tersine kötüye gidildiğini düşünenlerin sayısı da eminim bir hayli yüksektir. Hele orta yaş ve daha yukarı yaşlarda olan insanların çoğu, bugün yaşanılmakta olan kişisel ve toplumsal erozyon karşısında fazlasıyla endişeli ve şaşkın bir durumdadırlar. Ben de endişe, şaşkınlık ve pasif kaldığımdan dolayı biraz pişmanlık içindeyim. Bütün bu olumsuzlukların temelinde eğitim konusundaki yanlışlarımız, yanlışlıklarımız yatıyor. Geriye doğru baktığımda, annemin babamın, elbette tamamen iyi niyetli olmalarına rağmen, benim eğitimimle ilgili pek çok yanlışlık yaptıklarını düşünüyorum. Ayrıca daha acısı, itiraf etmeliyim, üç çocuğumu yetiştirirken ben de bir sürü yanlışlık yapmışım.
Evet, eğitim konusunda birtakım yanlışlıklar yapılıyor! Ters giden bir şeyler var! Âcil durum! Zehirin tadına bakılmaz!.. Şayet öyleyse, kaybettiğimiz bireyi de kaybettiğimiz toplumu da tekrar yerine koyamayız. Belki kıyametin kopmasını beklemekten başka yapabilecek bir şey bulamayız. İş işten iyice geçmeden, bütün samimiyetimizle radikal analizler yapmalı, kanserse kanser, kangrense kangren, doğru teşhislerden korkmamalı ve radikal tedbirler almalıyız. Günahsız vücudu kurtarmak için parmak kesilecekse parmağı, kol kesilecekse kolu kesmeliyiz. Hiçbirimiz, bireylerin, toplumun, devletin, konuyla ilgili yapacakları yanlışlıklardan dolayı, canımız ciğerimiz olan ve bütün sorumluluklarını omuzlarımızda taşıdığımız yavrularımızın göz göre göre heder olmalarına rıza gösteremeyiz. Göstermemeliyiz de. Bizim de söyleyecek, yapacak bir şeylerimiz mutlaka bulunmalıdır. Bugüne kadar konulan teşhislerde ve tedavi yollarında yanlışlıklar, yetersizlikler varsa (ki var), buna dur deme hakkımız olmalıdır. Sonuçlar gittikçe kötüleşiyorsa doktoru değiştirmeli, ilacı değiştirmeliyiz. Bir şeyler, belki de yapılmış ve yapılmakta olanların dışında bir şeyler yapmalıyız.
Kalemi buradan hareketle aldım elime. En azından kendi çocuklarımı, torunlarımı düşünüyorum. Çünkü birilerinin hataları geminin batmasına neden oluyorsa, o gemide bulunan benim yavrularım da sulara gark olacak demektir. Buna izin vermemek için elimden geleni yapmak, hakkımdır ve boynumun borcudur. Bu arada takdir edersiniz ve normal karşılarsınız umarım; konuyla ilgili doğruları araştırırken güvendiğim kaynaklara başvurmuş olmamla beraber, kendi kriterlerimi, kendi değerlendirmelerimi de işin içine karıştırmak durumundayım. Yani konunun biraz bencesiyle de karşı karşıyasınız. Bu durumda da yanıldığım, yanlış hükümler verdiğim yerler olabilir. Gerçekten yanlış olan değerlendirmelerimi, yorumlarımı kendi üzerime almaya ve özür dilemeye hazırım.
Bakınız mesela; uzun süreden beri bireysel ve sosyal varlığımızla, yaşantımızla ilgili pek çok tanımda, tasnifte, tedbirde, plan ve programda o kadar başkalaşmış, o kadar özümüzden kopmuş, (bazen iyi niyetle) o kadar yanlış yollara, yanlış uygulamalara girmişiz ki saymakla bitmez. Bidatler bidatler… Eğitimde de durum böyle. Konunun “bizce”si araştırılmadan ithalat, ithalat... veya icat, imalât… Sonra hep hezimet, hep hüsran…
Ben böyle düşünüyorum. Beni, beyinleri çağdaş öğretilerle şekillenmiş pek çok kişi, fazla radikal ve biraz çağdışı bulacaktır, bunu biliyorum. Hattâ dokuz köyden kovulacağım belki. Olsun, onuncu köyde, yazılarımı okuyanlardan bir kişi bile haklı bulsa ve konuya benim düşündüğüm gibi bakmaya başlasa, bunu kazanç sayacağım. Âlim birisi değilim muhakkak ama konuyla ilgili nice hakikatleri bilen âlimlerin susup kaldıklarını, buna karşılık câhillerin ahkâm kesip durduklarını, her işe burunlarını soktuklarını gözlemliyor ve düşüncelerimi arz etme gerekliliğini duyuyorum. Vesselâm.
{{Kıyamet alâmetlerinden biri: Ulemâ, halkın istediği yönde fetvâ verip, helâle haram, harama helâl derler…}} (Hadis-i Şerif)
Câhilin konuşması bir ayıp
Âlimin susması korkunç kayıp
Cehalet korkarsa büyük rahmet
İlmin korkmasına sonsuz lânet
R. Serdar ÖZMİLLİ