“Bu nasıl bir derttir dermanı yoktur/ Bedenimde değil ruhumda sızı/ Görünmez bir yara acısı çoktur/ Bedenimde değil ruhumda sızı oy oy/ Ruhumda sızı oy oy ruhumda sızı” dizeleri birçok içli eserleriyle tanıdığımız, 1993 Temmuz’unda karanlık odaklar tarafından, ülkeyi karışamaya matuf olarak düzenlenen Madımak Oteli yangınında yitirdiğimiz canlardan biri olan Ozan Nesimi Çimen’in türküsünden.
Duyarlı kalpler, hakkaniyetli ve sakatlanmamış vicdanlar için dünya çok da rahat ve huzur yeri değildir. Gazetelere, televizyon ve radyolara, haber ajanslarına, internet medyasına, sosyal medya hesaplarına baktığınızda yürekler buran, burkan nice hadiselerle yüz yüze geliyorsunuz. Öyle acılar, öyle dramlar yaşanıyor ki duyarlı kalplerin bunlardan etkilenmemesi, ruhların yorulmaması mümkün değil. Hani Üstat Attila İlhan “İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur / Tutsak ustura ağzında yaşamaktan” diyor ya, işte öyle bir durum. “Ustura ağzında yaşamak” nedir bir de buna tutsaklığı eklerseniz yorgunluğun sebebi daha iyi anlaşılır.
İnsanın hiçbir derdi yoksa aslında en büyük derde sahiptir: dertsizlik! Gamsızlık iyi midir bilmem ama insanın kendi derdi yoksa, derdi olanın derdiyle dertlenmesi gerekmez mi? İnsanlık, kişiyi buna çağırmaz mı? Öyle olmasaydı “Bütün insanlara, âlemlere rahmet ve güzel ahlakı tamamlamak için gönderilen” Hz. Peygamberimiz, ümmetinin vasıflarından bazılarını şöyle özetler “Kendisi için istediğini kardeşi ve bütün insanlar için ister; kendisine yapılmasını istemediğini başkasına da yapılmasını istemez!”
Müslümanı, barış insanını bu özelliklerle tanımlayan bir peygamberin ümmeti ve inananı olarak insanlık dramlarının yaşandığı zamanlarda, bizler nasıl ferih fahur ve dertsiz, tasasız, “vur patlasın, çal oynasın” modunda bir hayat sürebiliyoruz ki? Hani Üstat Mehmet Akif Ersoy’un “Kenar-ı Dicle’de bir kurt kapsa koyunu/ Gelir de adl-i ilâhi Ömer’den sorar onu!” şeklinde nazma döktüğü Hz. Ömer’e ait sözü dillerine pelesenk edenler, hani neredeler? Neden ses vermezler bu yitirilen canlara, yoksa bu canların yitirilmesinde onların da bir payı mı vardır?
Geçen günlerde Meriç nehrinden Yunanistan’a geçmeye çalışan düzensiz mültecilerin “pushback/geri itme” diye tabir edilenlerden aralarında çocukların da bulunduğu on altı (16) kişinin donarak öldüğü bilgisi İçişleri Bakanlığı ve diğer sosyal medya hesaplarından paylaşıldı. Fotoğraflara baktığımızda -bakabilmek de çok zordu aslında- soğuktan donanların üstü başı perişan, çamurlara batmış, sırılsıklam, kimisinin ayakkabısız ve su birikintilerine kapaklanmış bir hâlde bu dünyaya veda etmişler. Kim bilir hangi sebeplerle ve hangi duygu ve düşüncelerle bu yolculuğa çıkmışlardı. Onları bu yolculuğa sevk eden neydi acaba?
Yaşananları çabuk unutuyoruz; acıları da tatlıları da. Ama acıları daha çabuk unuttuğumuz kesin. Bundan yaklaşık bir ay kadar önce Elazığ’da bir tıp öğrencisi Enes Kara intihar etmişti. Ondan birkaç gün sonra babası son yılların ötekileştirme siyasetinin bir kurbanı KHK’li ve mahkumiyeti de olan, on altı (16) yaşındaki Bahadır Onbaşı intihar etmişti. Henüz rüşte ermemiş, hayatının baharında bu “çocuk”un böyle bir karar almasına sebep olanlar nasıl yaşıyorlardır kimbilir!.. Yaşıyorlar mıdır hakikaten?
Bir hafta kadar öncesinden Şanlıurfa’dan gelen acı bir haber: “Şanlıurfa'nın Birecik ilçesinde yaşayan 28 yaşındaki atanamayan yüksek lisanslı öğretmen Murat Kaya, tabancayla intihar etti.”
Yazıyı yazarken yaptığım araştırmada Yeniçağ gazetesinde dört yıl önce çıkan bir haber vicdanları sızlatacak derecede: “2 yılda 42 öğretmen atanamadığı için hayatına son verdi.”
Haberleri alt alta yazarak ruhunuzu böyle karamsarlıklarla, acılarla boğmak istemiyorum. Ama bir gerçek var: Yaşadığımız hayatın asgarisini bile yaşayamayan çok insan var. Bir intihar haberini okuduğumuzda hemen dini reflekslerle dramatik olayın karşısına geçip intiharın “haram” oluşu üzerinden yürümeyelim. İnsanlar keyfine, zevkine bunu tercih etmiyorlar elbette. Onları anlamaya çalışalım.
Bu intiharların sebebi nedir, bunlar mı yoksa? Bilhassa son on yılda oluşturulan siyasi atmosferin insanları âdeta ölümlerden ölüm beğen tercihine zorlayarak işinden aşından, eşinden dostundan, ailesinden ettiği bir süreçte yaşanan intiharları da ilave edersek şimdilerde pahalı diye yakındığımız her şeyden daha ucuz bir şeyle karşılaşıyoruz: insan hayatı. Eylem ve tavırların bulaşıcılığını da unutmamak lazım.
İnsanların gasp edilmiş hayatları, hakları, duyguları, canları, emekleri üzerinden hayat sürenlerin makam mansıplara gelenlerin vicdanlarının canlı kaldığına, ruhlarının sızladığına inanmak zor tabii. Çünkü onların ruhlarını ve vicdanlarını serinletmek için yanlarında her zaman bulundurdukları “zaten” ilacı vardır. Böyle bir durumla karşılaştıklarında hemen bir tane “zaten” atıverirler dillerinin ucundan, vicdanları, ruhları hemen sakinleşiverir; ferah fahur, şen şatır bir hâle geliverirler. Ne intiharlar ne yokluklar ne faturalar ne pahalılıklar uğramaz olur onun semtine!.. Bu yeterli gelmezse “ama onlar” girer devreye, “yapmasaydılar” suyu ile birlikte alınan!.. Bilgi mi dediniz? Yoktur, onların öyle bir derdi de yoktur. Şair Kemaleddin Kamu’nun dizelerini biraz değiştirerek yazacak olursam, onların dilinde bir şarkıdır bu: “Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski yeni/ Anketler söyler bize yılların geçtiğini” Ha, hiç mi yazmazlar derseniz, haklarını yemeyelim, yazarlar: Alakasız konular salatası üzerine dökülmüş, “balık yemeleri, tatil yapmaları” yazarlar… Isparta’da verilmeyen elektriğin hesabını İstanbul’dan sorarak hem de. Hesap sormaları da özgündür ve “Benzemez kimse sana” şarkısı da fonda çalar daima!
Bunları yazınca yaşanan bütün olumsuzlukların üzerine daralan, sızlayan ruhumdaki sancı geçti mi? Geçmedi elbette. Hem geçer mi? Sebepler ortadan kalkmadan sonuçların değişmesi mümkün mü? Hisli yüreklerin, sakatlanmamış, huşyar vicdanların diline tercüman olan şair Behçet Bilgiç’in dizelerine konuk olalım: “Kar boran sahillerim tarumar limanlarım/ Vurur ayaz geceye tütmüyor dumanlarım/Uğruna can verdiğim hani nerde canlarım/ Yok hakka da bir kulluk ben buna yanıyorum.”
Aslında dünya hayatını yaşama noktasında her şey çok basit, ama insanlar onu zora sokuyor. Herkes bu dünyanın sonsuza dek sakiniymiş gibi hareket ediyor. Böyle olunca da başkasının nasibini gelip dişli olanlar yiyor: “Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;/Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!” (M. Akif)
“Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;/ Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul./ Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;/ Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!” (N. F. Kısakürek) dizeleriyle siyasi düşüncelerini şekillendirenlerin bugün “bu taksim” konusunda şikâyet edegeldikleri bu durumun beterini uyguluyor olmaları ne büyük ve yaman çelişkidir, öyle değil mi? Beytülmalı yani kamunun hakkını, yetim malını, vakıf malını, başkasının hakkını hukukunu yemenin haram olduğunu bilerek işbaşına gelenlerin “dürüstlükleri” dünya nimetleri karşısında çarçabuk eridi. Allah bilir ama darlıkta, yoklukta kazandıkları sınavı varlıkta kaybettiler; çok insanların ruhlarını sızlattılar.
Geçenlerde bir televizyon programında iktidarın icraatlarını savunan konuşmacılardan birinin söylediği ise tam da bu ruh hâlini anlatıyordu. Muhalefeti kastederek "Bu parayı bu hainlere, teröristlere mi bırakalım?" Dolayısıyla henüz güç ve imkân elimizdenken “yemeğe” bakalım diye düşünüyorlar. Çünkü kendileri ile devleti eşdeğer görüyorlar. Zira dün devletin bütünlüğünü, milletin birlik ve beraberliğini savunan, milletin evlatlarına en iyi eğitimi vermeyle dertlenenleri eleştirmek için “tağut” ve “sistem” olarak değersizleştirdikleri devlet, bugün onların gözünde nedense birden “kutsallaşıvermiş”, hak, hukuk adalet diyenler türlü yaftalarla “ötekileşivermişti”. Onlardaki bu değişim, “büyük dava”larının bir yansımasından başka bir şey değildi…
Evet, derdi olmamak en büyük dert. Dertsizlerin kendi derdi yoksa dertlilerin dertlerine ortak olmaları, onlarla hemdert olmaları gerekir. İnsanlık bunu gerektirir, İslamlık da. Ah Tolstoy, “Bir insan acı duyarsa canlıdır. Başkasının acısını duyarsa insandır.” demekle ne kadar da haklısın! Keşke güzel düşünenleri bir anda çoğaltmak mümkün olsaydı?
Mülteciler meselesi insanlığın büyük sorunlarındandır. Kaybolan insanlık, yitirilen canlar yine geri gelir mi? Nedir Allah'ım bir yerlerden kaçıp bir yerlere göçmek zorunda bırakılmışlık? İnsan, başkasının giden canları üstünde, rahat ve huzur içinde, yumuşak koltuk ve döşeklerde, nasıl gamsız gamsız, ferah fahur bir hayat sürebilir? “Ecel birdir, tağayyür etmez.” (BSN) Ama bu ecelin gelmesine sebep olanların payını da unutmamak lazım. Kim neye sebep olmuşsa onun karşılığını, cezasını mutlaka görecek, çekecektir.
Beden sızısı geçer ama yüreklerdeki sızılar geçmek bilmiyor. Ruhumu her dem sıkan, boğan, daraltan sızılar da öyle!.. Sızılar bedende değil, ruhumuzda!.. Rabbim ruhları darda olanlara, daralmış olanlara inşirah versin!..
Herkes kendi kaderini yaşar ama kendi kaderini etki eden kendini aşan durumlar da var? Yaşanan her olayda, durumda payı olanlar, iyi ya da kötü elbette karşılığını alacaktır. Ama burada ama ötede. Öte tarafta alacağı kesin, bunda şüphe yok!.. Sözü hisli yürek, vicdan abidesi bir kamet Üstat Mehmet Akif’in dizeleriyle ve ruhumuzdaki sızıların dinmesi dileğiyle bağlamış olalım:
“Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım:
Ne yapıp ye'simi kahreyleyeyim bilmem ki?
Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!