Kâinat var olma iradesini kendisi ortaya koyarak var olmadığı gibi küçük bir kâinat olan insan veya diğer varlıklar da iradelerini ortaya koymak suretiyle var olmuş değillerdir. Onlar Yüce Yaratıcının iradesi ile var olmuş, yaratılmışlardır. Allah’tan gayri ne varsa hepsi, hepimiz mahlûkuz, yaratılmışlardan, yani sonradan var edilmişlerdeniz.
Yüce Mevlâ, insanı, ahsen-i takvim yani en güzel kıvamda yaratarak ona, “eşref-i mahlûk” yani “yaratılmışların en şereflisi” olma payesini, vasfını vermiştir. İnsan, bu vasfı ile diğer varlık ve canlılardan farklı değerle, yeryüzünde “Allah’ın halifesi” kılınmıştır. Bu seçkinliğin ve seçilmişliğin insan ne derece idrakindedir ve hayatını ona göre yaşamaktadır tartışılabilir.
Şüphesiz ki insan, bu dünyaya kendi iradesi ile gelmemiştir. Kendi iradesi ile gelmediği bu dünyadan gidişi de yine kendi iradesine bırakılmış değildir. Gelişi de gidişi de Yüce Yaratıcının irade ve isteğine bağlıdır. Nasıl ki doğumu belli bir vakit için takdir buyrulmuş, bu dünyaya vedası, dünyadan ayrılışı da ecel şerbetinin Allah tarafından ikramı ile başka bir takdire bağlıdır. Fertlerin ve toplumların vefatı da böyledir. Nitekim Dede Korkut da “Allah Allah demeyince işler onmaz [olmaz]. Kadir Tanrı vermeyince er bayımaz [zengin olmaz]. Ezelden [Önceden] yazılmasa kul başına kaza gelmez. Ecel vade ermeyince kimse ölmez. Ölen âdem dirilmez. Çıkan can geri gelmez!..” der ve ölüm gerçeğinin bu yönünü ifade eder.
Allah’ın takdiri ile bu dünyaya veda eden için “Eceliyle öldü!”, “Ecel vade erdi!” gibi farklı birçok deyimlerle ifade edilir. İşlenmesi, Yüce Yaratıcı tarafından “haram kılınarak” yasaklanan, “bir kimsenin toplumsal ve ruhsal nedenlerin etkisi ile kendi hayatına son vermesine” de “intihar” adı verilir. Her daim yaşamak arzu, emeli ve isteğiyle dopdolu olan insan, niçin kendi hayatına son vermeye girişir? Asıl sorulması gereken soru budur ve cevabı da sadece intiharı seçeni değil, toplumu oluşturan her ferdi ilgilendirir.
İnsan dağ başında bir yalnız ardıç olmadığı için, toplum içinde, topluluk halinde yaşamaya meyilli olarak yaratılmış ve onun fıtratı bu şekilde tanzim edilmiştir. Peki fıtratı her daim ve topluluk hâlinde ve daima yaşamaya odaklı olan insanın kendi hayatına kendisinin son vermesi üzerine, toplumu oluşturan her ferdin, özellikle de o kişiyle irtibatlı olan, yakın çevresinin istenmeyen bu sonuçla ilgili olarak söyleyeceği bir söz, üzerine alacağı bir sorumluluğu olmalı, öyle değil mi? Denize, göle, su birikintisine atılan bir taşın etkisiyle oluşan dalgaların az ya da çok bütün ortamı etkilediği muhakkak. Suya atılan taş, suya dalga dalga kıyıya kadar etki ediyorsa toplum olarak içimizden bir fert olan insanların bu sarsıcı davranışları da hepimizi etkilemeli, onu o davranışa iten saikler arasında kendimizi de görmeli değil miyiz?
***
Azar azar ölüyoruz. Yalnız doğup yalnız öldüğümüz gibi. Doğarken sevinen yakın çevremiz, ölürken üzülen yine yakın çevremiz. Çiçek açtığı demi bahar ederken ateş düştüğü yeri cehenneme çeviriyor. Var mı değişen? İstenmeyen eylemlerden biri olan intihar, aslında az da olsa hemen hemen her zaman görülmekte fakat bazı zamanların baskıcı anlayışları bu eylemin sıradanlaşarak yaygınlaşmasına sebep olmaktadır.
İnsan niçin o istenmeyen eylemi yapmayı seçer, onu zorlayan nedir? Anlı şanlı edebiyatçılar, irade sahibi insanların da zaman zaman bu tür boşluklara düştüklerine geçmiştekiler gibi bizler de günümüzde şahit olmaktayız.
Geçen günlerde, birbirine yakın tarihlerde, biri toplumun dikkatini çok çektiği diğerini ise görmezden geldiği, daha hayatının baharında iki taze fidanın canlarını kıydığı iki elim hadise var ve biz bunları esefle öğrendik, öğreniyoruz.
Tıp Fakültesi öğrencisi, yirmili yaşlarda Enes K. ve daha on altı yaşında bir lise öğrencisi Bahadır O; iki civan, canlarını kıyan iki civan!.. İki civanın, canlarını kıyma sebebi zahirde farklı olsa da meseleye geniş bir perspektiften bakıldığında bunun hiç de öyle olmadığı, aslında her ikisinin canını kıyma sebebinin haksızlık ve hukuksuzluğun, adaletsizliğin sonucu olarak kayırmanın, torpilin, siyasi hegemonyanın ve ötekileştirmenin, kendi düşüncesinden başka şekilde düşünenlere hayat hakkı tanımamanın hâkim olduğu sosyal atmosferle örülmüş bir gerçek.
İçi yaşama sevinci ile dopdolu, geleceğe dair hayaller kuran gençler, çocuklar türlü sebeplerden bunalıma itilmişse bunun vebali, toplumu birtakım “mühendislikler”le dönüştürme işine girmek suretiyle, hukuk ve adaleti ayaklar altına alarak çocukların, gençlerin hayal kuramaz hâle gelmelerine sebep olanlarındır.
Okuyup da ne olacak, başarılı olsam ne yazar? Bir adamını, siyaseten bir “dayı”yı bulamadıktan sonra okulları derece ile bitirsen iş alım sınavlarında yüksek yüksek puanlar alsan ne olacak? Haksızlık ve hukuksuzlukta zirve yapan “mülakat” ile bilenlerin değil; siyasi yakını, “dayısı” olanların o mülakatta yüksek puanlar alarak atandığı bir ortamda, gençler ümitsizlik girdabına doğru sürüklenmekte, yıllarca çalışmayı göze almayı anlamsız bulmakta, çalışıp çabalamaların boşa gideceğini düşünmektedir. Enes Kara’nın intiharında asıl saik budur. Başka sebepler belki işin bir yansıtma boyutu olarak düşünülebilir.
Niçin böyle düşünüyorum, şundan: Bir ülkede adalet terazisi doğru tartmazsa, adalet işlevsiz hâle gelirse, haksızlık ve hukuksuzluk zirve yaparsa orada insanların birbirine güveni ortadan kalkar. Gençlerin de geleceğe dair güveni sıfırlanır, bu durum onları hayal kuramaz hâle getirir. Onun için “Adalet mülkün temelidir.” sözü aynı zamanda, toplumu oluşturan fertlerin hayata dört elle sarılabilmesinde bir güvencedir. O temel, o güvence ortadan kalktığı, güven sarsıldığı zaman insanların, bilhassa gençlerin hayatı ve hayalleri altüst olur, yarınlara güvenle bakamaz hâle gelir; hayatı iştiyakla, dopdolu yaşayamaz.
Bahadır’ınki ise daha da içler acısı bir durum!.. Henüz ortaöğrenimi sürdürmekte olan bir taptaze bir fidan Bahadır. Hukuki bağlamda rüşte ermiş bile değil. Onu bu elim sonuca iten sebeplerin başında babasının KHK ile ihraç olması, ardından dört beş senedir de tutuklu olmasıdır. Baba sevgisine en çok ihtiyaç duyduğu olduğu bir zamanda, babasını bulamayışı, toplumun siyasi mülahazalardan ötürü aileye, fertlerine olumsuz bakışı taptaze gençlerin hemen pörsümelerine, yaşama sevinçlerini kaybetmelerine sebep olmuştur. Çünkü hayatın zorluklarına karşı direnme gücünü öğrenme, edinme zamanı olan bu süreçte en büyük idolü olabilecek babasından, baba sıcaklığından ve sevgisinden mahrum bırakılmışlardır. Bir de aileye, fertlerine, KHK meselesine -aileye yakın uzak- toplumu oluşturan fertlerin, hâkim siyasi anlayışın olumsuz bakışı, ney yazık ki gençlerin sabır taşını çatlamasına, yaşama sevinçlerinin kaybolmasına sebep olmuştur. Bahadır belki bir ay, bir buçuk ay daha sabredip dayanabilmiş olsaydı böyle bir sonucu yaşamayacak, bu ateş içimizi yakmayacaktı, çünkü babası o zamana kadar tahliye olup evinde, çocuklarının başında olacaktı.
Her iki aile için de zor bir durum, dayanılır, katlanılır bir hâl değil!.. Allah kimseye evlat acısı tattırmasın. Hayatının baharında bu dünyaya veda eden gençlere Allah’tan rahmet, ailelerine de güzel sabırlar diliyorum.
İnsani ve İslami olandan uzak bir anlayışla geleceğe sürüklenip gidiyoruz. Evrensel hukukun bir kaidesi ve İslam’ın apaçık bir emri olan “suçun şahsiliği” “kimsenin günahını başka bir kimsenin yüklenemeyeceği” hususu ne yazık ki göz ardı ediliyor. Bu göz ardı edilmeler, toplumca yapılınca ve hâkim siyasi anlayış ve idareler hukuktan sapıp adaletten uzaklaşınca insanlar da suçlu suçsuz demeden, hakkında soruşturma açılan, bir suçla itham edilen herkesi o suçu işlemiş gibi görüp o kişinin eşini, çocuklarını ailesini bir şekilde “aforoz” ederek toplumdan dışlama işine girmekte, gerçekte suç olmayan ama hukuktan uzaklaşıldığı için suç olarak kabul edilen sebeplerle kişilerin hayatları karartılmakta, çocukları da ayıplı sayılmakta ve bu sebeple türlü haklardan mahrum bırakılmaktadır. Bu mahrumiyetlere toplum da alkış tutunca genci ve yaşlısı ile fertler yaşama sevinçlerini, hayata tutunma isteklerini, olumsuzluklara karşı dirençlerini yitirerek canlarını kıymaktadır. Anılan sebeplerden dolayı seksen iki kişi canını kıymış. Gelinen bu sonuç toplumun intiharıdır. Korkarım ki hukuksuzluklar devam ederse hukuksuzluklarda can çekişenlerin dirençleri, hayata tutunma çabaları gitgide zayıflayacak ve istenmeyen intiharlarda bir artış meydana gelecektir. Dilerim ki böyle bir durum bir daha yaşanmaz.
Toplumun fertlerinin ruh hâllerinin sapasağlam olmasını istiyorsak her ferdin öncelikle kendisinin ruh sağlığına dikkat etmesi gerekir. Hastalık bulaşıcıdır; ruhî bozukluklar da birbirini tetikler, fertlerin topyekûn hasta olmasına sebebiyet verir.
Toplumun sağlığına kavuşması bozulduğu yerden dönmesi ile mümkündür. Bu da siyasi iradenin her alanda hukuk ve adaleti tesis eden kanunlara riayet etmesi, hukuka ve adalete dönülmesi ile gerçekleşir. Hukukun olmadığı yerde ocaklar değil, hanelerde yangınlar tüter, toplumun birlik ve beraberliğini yok eden ateş selleri akmaya devam eder. Bugün birileri yanar, yarın başka birileri. Oysaki hak, hukuk ve adalet olsa her aile, fertleriyle birlikte güllük gülistanlık içerisinde geleceğe huzur ve güvenle bakar ve öyle yaşar. Her ailenin mutlu ve huzurlu olduğu toplum da mutlu ve huzurlu olur. Süt nasılsa kaymağı da öyle olur. Süt aile ise kaymağı da toplumdur.
Canların hayatta can bulması için hak, hukuk ve adalet çeşmesinden, sularından toplum her ferdinin doya doya içirelim ki fertleri de toplumu da intiharlardan uzak tutalım. Cennet gibi güzelliklerle donatılmış yurdumuzda acılar yaşanmasın, sadece bir kesim değil, hiç kimse yaşamasın, herkes mutlu ve huzurlu olsun. Vesselam…