Şubat ayının ortasını geçtik mi ilkin akla düşer cemreler. Bu, kışın aklımızdan çıkmaya, başka başka yerlere seyahat edeceğinin; sıcakların ve onunla birlikte hayatın da canlanacağının ilk emareleridir. Peki, dilimizde adı pelesenk olmuş, halk arasında hayli şöhret bulmuş olan cemre nedir? Zihinlerdeki cemre algısı nedir?
Geçenlerde @seherbrn adlı twitter kullanıcısı şöyle bir bilgi paylaştı: “Derler ki: Cemre düşmesi (hava, su, toprak), gökyüzündeki üç tane kor gibi yanan yıldızın doğup batmasından ibarettir. "Cemre"nin kelime anlamı: Kor, köz.”.
Evet, cemre, sıcaklık; havanın, suyun toprağın ısınması demek…Ekrem H. Ayverdi de bunu teyit eder: “Cemrelere halk arasında “üç kevâkip-zâdeler” denir. Şu tekerleme de cemreler hakkındadır: Üç kevâkip-zâdeler biri mâildir havâya, biri âb-ı şifâya, biri yüz sürer hâk-i pâye”. Dil, gereği gibi kullanılınca ne de tatlı, öyle değil mi?
On binlerce yıldır yaşanılan bir hayat tecrübesi ile oluşan bir kültürün, inanışın, anlayışın ve birikimin, geleceğe giden bu hayat yolunda önemli kilometre taşlarından birinin adıdır cemre. Cemre aynı zamanda, maddi anlamda kışın kendini gösteren ve hissedilen en büyük resmi olan soğukların bizim coğrafyamızdan, başka coğrafyalara, ülkelere doğru hareket etme niyetinin belirginleşmesi, gözle görünür hâle gelmesi, -eskilerin deyişi ile- tecessüm etmesidir.
“Hocaların Hocası” benim de Hocam -ki geçen sene aramızdan ayrıldı, Allah rahmet eylesin- Orhan Okay, edebiyat hocalığı bağlamında yazdığı bilgi ve eleştiri yazılarının yanı sıra kültür, sanat, edebiyat, medeniyet gibi konulardaki yazı ve konuşmalarıyla da dikkat çeker. Onun duygu, düşünce ve hatıralarından özellikle İstanbul ve Boğaziçi ile ilgili olanları dikkat çekicidir. “Boğaziçi Hâlâ Güzel” başlıklı yazısında dile getirdiği “Eski İstanbullular, özellikle Boğaziçi sakinleri cemrelere, nevruza dikkat etseler de asıl baharın geldiğine erguvanların çiçek açmasıyla kani olurlardı. Dev gibi çamların, çınarların, kestanelerin arasında kaybolmuşken nisan sonlarına doğru birdenbire çıldıran çiçekleriyle baharın saltanatını onlar tek başına yürütür.” diyerek ortaya koyduğu tespitleri harikadır.
Cemreyle birlikte hava uyanır, su uyanır ve toprak uyanır. İçli bir kalbin sesi Erdem Bayazıt “Birazdan Gün Doğacak” adlı şiirinde tabiatta görülen bu uyanışı, bu hareketlenmeyi şu dizeleriyle resmeder:
“Ey dağları yerinden oynatan ses ey mermeri toz eden rüzgâr
Ey alemi donatan ışık toprağa can veren el.
Gün olur toprak uyanır ağaç uyanır uyanır böcekler
Sarı bozkır titrer çıplak ağaçlar yeşerir gök yıkanır kirli dumanlardan
Su coşar deniz kabarır canlanır ölü şehirler
Yemyeşil bir rüzgâr eser yıldızlar arasından.”
Tabiatın uyanışı aynı zamanda insanın uyanışıdır; hatta tabiatta yaratılmalar, insanoğlunun yaratılmalarıyla bir bakıma paralellik arz eder.
Eşya, kendisinden “kurtulmak” için kımıldanma ile hareket etmeye çalışır ve bunu yaparken “sebeplere” yaslanır. Uyanış, önce ses şeklinde tezahür eder, sonra o sesin insandaki damarlarda kanların dolaşmaya başlaması gibi tabiatta da sıcaklıkların kışın kar ve buz ile sıkışan toprağın tarlalarda renk cümbüşüne sahne olduğu görülür. Söz sırası, şiiri kelimelerle ilmek ilmek dokuyan şairdedir:
“Sesi damarla çizer
Mutlak sözü damarda kanla çizer
Uzar bir göz ağrısının gecesi uçsuz bir nehir gibi
Bir bebeğin ilk hecesi düşer ağzından ansızın ve bulur
Sonra toprak sıkışır sıkışır taşar da renk olur tarla da
Günesin çarpılmış elçisi Van Gogh´la gelir önümüze
Portakalla yayılır karanfilde tutuşur karar kılar denizde
Renk denizde karar kılan ebedi tarla olur.
Renk başkaldırırken helezonlar çizerken ses
Som fatih su fetheder tabiatı
Döner döner döğünür eritir dağları yobaz kayaları
Daha der sığmaz kabına yönelir göğe teslim olur
Ve düşerken toprağa çağırır
Sebeb ey!”
Soğuğun, serinliğin, sıcaklığın ardından cemrenin düşmesiyle; sıcaklığın, suyun toprağa, topraktan, köklere doğru yol almasıyla tabiatın türlü türlü renklere bürünmesi, damarlarımıza kanın yürümesiyle hayat bulmamız gibidir. Su, hayattır, bütün canlılara. Vücudumuza hayat olan kanın oluşumu da sebepler açısından bir bakıma su ile mümkün olur. Zira kışın kar ve yağmur yağmazsa şu ihtiyar dünyamızda kuraklık musibeti ile karşı karşıya kalırız. Kar ve yağmur, suyu besler; su da canlıları. Bu sebeple şu dünya hayatımızda insana ve bütün canlılara bahşedilen nimetlerin başında gelir su!..
Turgut Uyar da hatıralarının eşliğinde ilmek ilmek dokuduğu “Bahar Başlangıcında Düşünceler” şiirinde bahara dair duygularını şöyle seslendirir:
“Sanki rahat bir toprakmışım da, içime
Bir cemre düşmüş gibi ısındım.
…
Gün ağarır, tren yavaşlar, pencerelerden
İnsan mis gibi bir ekmek kokusu alır.
Sanırım, bütün dünyada bahar,
Her yerden evvel bu köye gelir.”
Havanın ısınması, suyun ısınması, finalde toprağın ısınmasıyla baharın geldiğini fark edenler de var, edemeyenler de. Sözü kalbinden söyleyen şairlerimizden Ahmet Arif, koca bir kışı beton duvarlar arkasında güneşe, yeşile ve doğaya hasret geçirenlerin memleketimize baharın geldiğinden nasıl haberdar olduklarını “İçerde” adlı şiirinde yine onlarınbakışı ve anlayışı ile “bir tutam yeşil soğan”la bildirir:
“Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mı?
Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...”
Baharın gelişini bize bazen de yeni doğumlar bildirir. Kimimizde bu zaman kavramı Kemalettin Kamu’nun “Bingöl Çobanları”nda olduğu gibi ilgilenilen işin kendi doğasında meydana gelen akışı içerisinde belirir:
“Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni,
Kuzular bizesöyleryılların geçtiğini,”
Hayat hem bu dünyada hem öte dünyada var. Burası sınırlı, orası sınırsız. Kelimelerin de anlamları var türlü türlü; lügatlerde sınırlı, metinlerde sınırsız. Duygu ölçeğini çatlatır derecesinde kalbi duygularla yüklü olan şairlerimizden Abdurrahim Karakoç da “Beşinci Mevsim” şiirinde sözü cemreye getirir. Ondaki cemre biraz farklıdır; havaya, suya ve toprağa değil, “can evine”, kalbe düşendir:
“Düştü can evime dördüncü cemre
Dünyayı üçüncü gözümle gördüm.
Dört yüz seksen beş gün çekti bir sene
On altıncı aya takvimsiz girdim.”
Hayata güzel bakmanın, Rabbimize teslimiyetin önemini değişik şiirlerinde ortaya koyan Ziya Osman Saba da bahar türkülerini içten içe söyler:
“Bu bahar güleceğiz en içten bir sevinçle,
Bir melek ardan bize uzatacak elini.
- Beni bırakma kalbim, kalbim sen bana söyle.
Ümitlerinin en güzelini!..”(Bahar Beklerken Yazılmış Şiir)
İnsanlığın kör duman kış havalarını yaşadığı, kalplerin iflah olmaz bir biçimde katılaşıp buz kesildiği bu mevsimde ey kalbim, senin cemren ne zaman ve hangi yana düşer? İnsanlığa bahar ne zaman gelir, ne zaman söyler çocuklar bahar neşidelerini, en önemlisi de söyleyebilirler mi? Ben söyleyeceklerini hep ümit ettim; bütün bu sebeplerden dolayı sevda türkülerini söyledim, muhabbet atmosferinin kalplerde yer bulmasını istedim. Karakoç gibi, insanlığın “beşinci mevsim”lere ermesini, bu mevsimin cemrelerinin düşmesini hep istedim…
Ne diyelim, belki bir gün!..