|   | 
  • Cevahir Kadri

    Allah’ın Evi

    Bazıları yukarıdaki başlığa takılabilir. Zihinlerde hemen bir itiraz cümlesi belirebilir: “Allah mekândan münezzehtir, uzaktır. Nasıl böyle bir tamlama, bir söz öbeği kullanılabilir?” Elhak, doğrudur; Allah mekândan münezzehtir. Bakalım burada belirtilen ev, mekân mıdır, nedir?

     

    Sosyal hayatta, okullarda türlü türlü etkinlik yapmak, toplumu, insanları bilinçlendirmek ve sosyal hareketliliğin yaşanması için “belirlenmiş”, dinî ve millî bayramları da içine alan “gün” ve “haftalar” vardır. Bunlardan biri de “Camiler ve Din Görevlileri Haftası”dır ki 1986 yılından beri 1-7 Ekim tarihleri arasında kutlanmaktadır. Hafta vesilesiyle, o tarihten beri her yıl, belli bir tema etrafında etkinlikler düzenlenmektedir.

     

    Toplumda yaşanan her olayın cami ve “din görevlileri” ile bir şekilde ilişkisi söz konusudur; ama olumlu ama olumsuz. İyilikler güzellikler “peygamberane bir üslupla” hakkıyla anlatılmış ve toplumda bunun yankısı görülmüşse bu olumludur. İnsani ve İslami meseleler ya anlatılmamış veya “üslubunca” anlatılmamış, toplum da bu mesajlardan mahrum bırakılmış ya da mesajlardan nefret ettirilmiş ise bu da cami ve “din görevlileri” için olumsuz bir durumdur. O sebeple camiler, asli fonksiyonlarını hakkıyla eda edebilmesi, din görevlilerinin görevlerini “bihakkın” yerine getirmesine bağlıdır. Her meslek erbabının mesleğiyle ilgili sorumluluğu vardır ama “din görevlileri”nin sorumlulukları en üst seviyededir.

     

    “Din görevlisi”

     

    Öte yandan “din dörevlileri”nin de türlü vaaz ve sohbetlerinde beyan ettikleri gibi “İslam’da ruhban sınıfı yoktur.” Elhak, öyledir; öyledir de “din görevlisi” ne demek oluyor o zaman? Bazılarının sıkça eleştiri maksatlı dile getirdiği gibi “namaz kıldırma memuru” mu? Bugün ezanların bir merkezden okunması, vaazların merkezi yapılması imamları bu duruma getirmiş olmuyor mu?

     

    Haddizatında İslam’da, iyilikleri emretmek ve insanları kötülüklerden sakındırmak her Müslümanın aslî görevlerindendir, farz-ı ayındır yani. Başta kendi nefsi olmak üzere iyilikleri yaşayacak, kötülüklerden de hem uzak kalacak hem de insanların uzak kalmasına vesile olacak. O zaman “imam”, “hatip”, “vaiz, vaize”, “müftü” gibi sıfatlarla toplumda vazife ifa eden “görevli”lerin durumu nedir?

     

    İslam’ı yeteri derecede öğrenme, bildikleriyle amel etme meselesinde Müslümanlar yaya kalınca toplumun bu yöndeki ihtiyacının dini konularda bilgili, biraz da o işin ehli olan kişilerce giderilmesi yönünde kurumsal irade, kurumsal bir yapıyı ortaya koymuş ve buna “diyanet” adını vermiş. Adı değişik olsa da devletlerde o görevi yerine getiren farklı farklı kurumsallıklar hep var olmuştur.

     

    1923 yılında Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte bu görev, Devlet Bakanlığına bağlı olarak kurulan tüzel kişiliğe, Diyanet İşleri Başkanlığına tevdi edilmiştir. Hiç şüphe yok ki DİB’in, yüzyıla yaklaşan bu zaman içerisinde yaptığı güzel çalışmalar takdire şayandır. Öte yandan teşkilatın varlığı zihinlerde bazı soru işaretlerinin doğmasına sebep olmuş, zaman içerisinde yaşanan bazı durumlar bu soru işaretlerinin artmasına zemin hazırlamıştır.

     

    Başkanlığın, zaman içerisinde personeli de artmış bütçesi de! Personelin artmış olması o oranda hizmetin de arttığı anlamına gelmez. Zira hantallaşan yapıları harekete geçirmek ve onlarla dinamik faaliyetler ortaya koymak mümkün değildir. İyi işlerin kotarılması her zaman, kişi sayısıyla ilgili değildir. Önemli olan o işin sahasında olan fertlerin işlerini “salih amel” duygu ve düşüncesiyle yapmaya gayret göstermesidir. Mesele dinin ve dine ait mesajların hakkıyla yaşanarak temsil edilmesi ve itici davranışlardan uzak bir şekilde, güzellikle, sevdirerek anlatılmasıdır.

     

    Kadim bir eleştiri

     

    Devlet denilen siyasi ve sosyal yapının bir yanı ve bir kolu olarak bu tüzel kişilikler (DİB), devletin ve sistemin yönetim anlayışına, politik eksenine göre hareket etmek durumundadır. Aksi takdirde yönetimsel bir kargaşa meydana gelir. Öte yandan din ile siyaset çakıştığında bu tüzel kişiliğin asli vazifesi olan dinden yana taraf olabilmesi mümkün müdür? Buna, içtenlikle evet diyebilmek zordur.

     

    Dünün muhalifi bugünün iktidarı olan çevrelerce, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri, Diyanet’in durumu, konumu, pozisyonu hep eleştirilegelmiştir. Eleştirilerin odağında Diyanet’in, dini anlama ve anlatmada iktidarın, güç odaklarının etkisi altında kalması, gerçek İslam’ı anlatamaması vardır. Bu, en azından ihtimal dahilindedir ki gerek tek parti döneminde gerekse bütün darbe dönemlerinde yaşananlar bunun ihtimal değil tastamam bir gerçeklik olduğunu ortaya koyar. Bu sebeple eleştiri sahipleri bunda hep haklı çıkmışlardır. Ama aynı çevreler bugün iktidarı ele alınca bu teşkilatı, öncekilere rahmet okuturcasına siyasi nüfuzlarına ve algılarına etki alanı olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Dün olduğu gibi bugün de hutbe, vaaz ve dini “metin”lerdeki ana tema siyasi erkin güdümü ve ekseni etrafında şekillenmektedir.

     

    Sık sık dile getirilen bir başka mesele de laik yönetime sahip bir devletin nasıl olur da din işlerini yürüten bir teşkilatı olur? Devleti, sistemi kuran irade bu konuda bir çelişki görmemiştir. Teorik olarak var olan çelişkiyi niçin çelişki görmemiştir, gerçekte yok mudur? Hayır, böyle bir çelişki evet vardır. Ancak, devlet ya da sistem ne derseniz deyiniz, toplumu ve toplumdaki din anlayışını kontrol etmek, toplumu “istendik” yönde anlayış ve davranış değişikliğine sahip kılmak için böyle bir teşkilatın varlığını elzem görmüştür. Yüzyıla yaklaşan bu zaman içerisinde görülmüştür ki Diyanet camiası bu anlayışa göre hareket etmiş, böylece toplumun din anlayışının şekillenmesinde büyük oranda başarılı (!) çalışmalara imza atılmıştır. 15 Temmuz’daki camilerde salaların okutulması, her zaman olduğu gibi vaaz ve hutbelerde devletin ve sistemin kontrolünde mesajların verilmesi en başta gelen varlık sebeplerindendir.

     

    Dikkatin camiler ve din görevlilerine çekilmesi adına böyle bir haftanın tesis edilmesi elbette güzeldir. Her işte olduğu gibi bunda yapılanlar “tören”den öteye geçmeyecekse yapılanların hiçbir değeri olmadığı gibi zararları da söz konusudur.

     

    Beyt-i Hudâ 

     

    Erzurumlu İbrahim Hakkı (KS) ne güzel söyler: “Dil beyt-i Hudâ’dır anı pâk eyle sivâdan/ Kasrına nüzûl eyler o sultân gecelerde” yani “Gönül Allah’ın evidir. Orada Allah Teâlâ’dan başka ne varsa ondan arındır, temizle. Böylelikle Allah Teâlâ geceleri senin gönül sarayına nüzul eylesin, gönlün şeref bulsun.” Evet, “beyt-i Huda” Allah’ın evi demek, “Beytullah” yani. Beytullah da Allah’ın evi demek zaten. Yeryüzündeki ilk mabed Ka’be’dir, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (aleyhisselam) tarafından inşa edilmiştir. Allah mekândan münezzehtir, o bir mekâna ait kılınamaz. Ama Allah, kendisine ibadet etmeleri, ubudiyet vazifesinde bulunmaları için yarattığı kullarına bu ibadetleri esnasında Ka’be’ye yönelmelerini dilemiş ve mealen “Ey kullarım, Bana ibadet ederken yönünüzü, yüzünüzü buraya dönün!” buyurmuş ve Ka’be/Beytullah, bütün insanlığın ibadet ve ubudiyet hususunda yönelinmesi gereken bir nokta olarak belirlenmiştir. Ka’be,  Arş’ın yeryüzündeki izdüşümü bir mahaldir; selam yani barış yurdunun kalbidir. 

     

    Öte yandan cami ve mescitler de “ibadet mekânı” olması hasebiyle, Ka’be gibidir, oraları imar eden ecir ve mükafatını alacaklardır. Oraların hadimleri, vazifedarları vazifelerini bihakkın yerine getirmedikleri takdirde o derece de sorumlu olacaklardır.

     

    Gönül insanı Yunus Emre de “Gönül Çalab'ın tahtı, Çalab gönüle bahtı//İki cihan bed-bahtı, kim gönül yıkar ise." der. İki gönül insanı meseleye aynı noktadan bakmaktadır. Gönül Allah’ın evidir, o evi yıkmamak, viran eylememek, tertemiz tutmak gerekir. Çünkü gönül yıkmak Ka’be’yi, Beytullah’ı (Allah’ın evi) yıkmak gibidir belki daha eşettir yani daha şiddetlidir. Yine Yunus’a kulak verelim: “Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil//Yetmiş iki millet dahı elin yüzin yumaz değil." Çünkü maddi bina olarak Ka’be yıkılmış olsa yeniden yapılıp imar edilebilir ama gönül bir sırça saray yıkıldı mı yapılması imkânsızlık derecesinde zordur. Onun için derler ki bıçak yarası geçse de aynı zamanda gönül yıkımına sebep olan dil yarası geçmez!..

     

    Allah’ın “evi”ni temiz tutmak önemlidir. Onun içindir ki hadisi şeriflerde belirtildiği üzere kibirle imanın kalpte yan yana bulunması istenmemiş. Abdullah b. Mes"ûd"un anlattığına göre, bir gün Hz. Peygamber (sav), “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurdu. Bunu duyan bir adam, “Ama insan elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır!” deyince, Allah Resûlü, “Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise hakikati inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.” buyurdu. (M265 Müslim, Îmân, 147)

     

    Kalbi sadece kibirden mi uzak tutmalı? Şirkten, hasetten, gıybetten, dedikodudan, iftiradan, kul hakkına girmekten… Bireysel günahları Allah affedebilir ama kul hakkı gibi birden fazla kişiyi ilgilendiren durumlardan da kalbi uzak tutmak lazım. Tertemiz bir kalp nerede, zift bataklığında boğulup iflas etmiş bir kalp nerede?

     

    Siyasî paylaşımlar

     

    Yeri gelmişken ifade etmeden geçemeyeceğim. “Din görevlileri”nin sohbet ve vaazlarında, sosyal medyada siyasi içerikler paylaşmasını doğru bulmuyorum. Çünkü bir cami imamı, kendi duygu ve düşüncesine yakın bir siyasi anlayışın, partinin lehinde paylaşımlarda bulununca ister istemez diğer siyasi anlayışları karşısına almış demektir. Bu ise caminin aslî fonksiyonlarına ters bir durumdur. Camide bir araya gelemeyen Müslüman, o kardeşliği nerede ve nasıl tesis edecektir? 

     

    İmamların, vaizlerin, müftülerin ve en başta Diyanet İşleri Başkanı’nın bir siyasi anlayışın emrindeymiş gibi hareket etmesi en çok dine zarar verir. Bunu toplum yakından gördü, gençlerin birçoğu bundan dolayı dine ve dini değerlere karşı arasına mesafe koydu. Siyasiler gelip geçicidir, değerler ise kalıcı. Kalıcı olanla gidici olanı değişmek büyük felakettir.

     

    Üsluba dikkat

     

    Din görevlileri itici olmamalı, ifadelerine dikkat etmeli, sözleri ayrıştırıcı, ötekileştirici değil, birleştirici, bir araya getirici olmalı. Zinhar siyasi üsluptan her daim uzak durmalıdır. Onlar, yaşayışlarına da dikkat etmelidirler ki hayatları değerleri ipotek altına almasın, “İmamın dediğini yap, ama yaptığını yapma!” sözlerinde olduğu gibi değerleri eritmesin. “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” Nebevî ikaza dikkat etmelidir. Aksi takdirde mesuliyeti, vebali çok ağır olacaktır.

     

    Son olarak “din görevlileri” vazifelerini siyasetin değil, dinin emrettiği biçimde, en güzel şekilde yapmalılar ki camiler birleştirici ve toplayıcı, bir araya getirici vasıflarıyla kaim olsun. Hiç kimse onların ifade ve ibareleri sebebiyle “Allah’ın evi”nden, camiden ve cemaatten uzak kalmasın! Onlar daima kalpleri ısındıran, birleştiren bir anlayışla dini vazifelerini yerine getirsin! Camileri madden ve manen temiz tutsunlar! Gün gelir hesap gününde, Allah’ın evlerinden uzaklaştırmanın vebalini Allah onlardan sorar! Vesselam!..

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.