Göçmen kuşlar göçüp gittiler, yaklaşan kışın kokusunu erken aldılar sanki. “Sındıkuyruklar” yani kırlangıçlar grup hâlinde çoktandır uçmaz oldular bağ ve bahçelerimizde. Leylekler çoktan veda etmişti zaten. Birçok bölgemizde karla yüz yüzeyiz; sobalar ve kaloriferler çoktandır yanmaya başlamış…
Bostanlarımızı süsleyen kavun, karpuz ve salatalık kökenlerinden ayrılalı bir hayli zaman oldu. Onlar çoktandır pazar yollarında, manavlarda, marketlerin manav reyonlarında yahut semt pazarlarında. Pazarcıların albenili sözlerle müşterilerin kulak zarlarını çatlatırcasınamedh ü sena ettikleri, övdükleri olgununu hamlarıyla bir olmak üzere “olgun etiketi”yle torbalara doldurdukları o semt pazarlarında… Kimi kısmetini bekliyor kimi de çoktan bostanlık âleminden insanlık âlemine yükselmiş vaziyette…
Son bağ da bozuldu artık. Salkım salkım koparıldı üzümler gizlendikleri sarının bin bir tonunu kuşanmış teveklerin arasından, veda etti yarım yıllık ömür sürdükleri bağ kollarından, dal uçlarından… Karatavuklar akşam güneşinin batışıyla birlikte son kez ses verdiler, yanık ezgilerini dillendirdiler veda konserlerinde… Tilkiler de uğramayacak artık bağlara bir salkım değil belki de bir “çitemik” üzüm yemek için... Bundan sonra ne yer ne içerler bize meçhul, “Sahib”ine malum bir husus. O’ndan ne gizlenebilir ki… O, gizli edileni de açık edileni de bilir, görür, işitir; her şeyden haberdardır yani. O, en büyük sanatkâr, eserleri de en büyük sanat… Esasen bütün ressamlar, O’nu ve eserini taklit eder ister bilerek ister bilmeyerek; bu durum, taklit etmeleri gerçeğini değiştirmez.
Uzun uzun söveler güçlü ellerin var gücüyle yekinerek ceviz yapraklarına, dallarına vurması da son bulacak bugünlerde. Sonbahar bereket mevsimidir;fakat hep hazan diye anılır, hüzünle hatırlanır… Sonbahar aslında emeğin bayramıdır, bilhassa alın terini toprağın tozuyla silenler için. Yaz, bu bayramın esasen arefesidir. Çünkü, hububatın hasat edilmesi söz konusu olur. Hububat yani insanoğlunun rızkına esas teşkil eden taneliler… emeğin ekmeğe dönüşmesi, rızkın esaslı bir nişanesi ve çeşmesi…
Çalışan için bütün zamanlar bir rızık çeşmesidir, emeğin havuzuna dalmayanlar oradaki balıklardan hem bilgi bakımından hem de nasip bakımından mahrumdur.Mahrumdur çünkü bütün canlıların rızkını veren Allah, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” buyurur.
Çalışanlar için bolluk ve bereket mevsimi olan bir zaman dilimindeyiz. O hâlde hep çalışalım, çabalayalım; emeğin bayramından hep istifade edelim. İstifade etmek salt kendine yöneltmek değildir bütün fırsatları. Ticaret yapıyorsa sabah siftahını ettikten sonra gelen müşteriyi komşu dükkâna yönlendirebilmektir asıl olan. Bu bir hayal değil hakikattir; atalarımızın tecrübeleriyle ortaya konmuş bir hakikat…
Hakikat demişken zaman geçiyor, ömür ağacının yaprakları bir bir düşüyor sonbaharda düşen yapraklar gibi… Geleceğe doğru yürüyoruz,hep birlikte…Yürüyoruz, ama yürüyüşlerimiz hep bir kişilik… Sevinçlerimiz, kederlerimiz, sıkıntılarımız, hüzünlerimiz, heyecanlarımız hep bir kişilik. Teknolojinin bize bir armağanıdır bireyselliğimiz… Rüzgârın, ağaçları var gücüyle sallaması karşısında yapraklar yollara dağlara, taşlara, çimenlere hep birlikte olmasalar da grup grup düşüyor birbirlerine vefalı yol arkadaşlığı yaparcasına… Ama bizler hep bir kişilik olarak seviniyoruz, üzülüyoruz. Ölümlerimiz olsun bundan farklı mı? Hep bir kişilik ölüyoruz hep.Ve
“ansızın ölümü istemektir yalnızlık;
kendimizin kendimize sağırlığıdır.”
diyor Hasan Ali Toptaş içli bir şair kalbiyle savuruyor duygularını bize. Savrulan duygulardan hakikat taneciğini birer birer ortaya koymak için.
Sonbahar sadece tabiat âleminin bir takvimi değil elbette. İnsanlık âleminin de mevsimi, sonbaharı… İnsanlık âlemini bahar kılan o mümbit, bengisu mesajlarıyla meşbu olmayan, dolmamış insan kalbi merhametten ne kadar da uzaktır. Bu mevsim, “Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz!” hakikatini duyup yaşamayanlar için birebir,“Düşene bir de sen vur!” anlayışını düşüncesinin zirvesine bayrak yapanlar için… İnsanlık da ölüyor, insanların bir bir ölmesi gibi… Nabi gibi biz de diyelim:
“Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz
Biz neşatın da gamın da rüzgârın görmüşüz.”
Evet, zaman bağının hem baharını hem hazanını gördüğümüz gibi, neşenin de tasanın ve gam kederin de zamanlarını iliklerimize kadar yaşamışız. Pörsüyen, yok olan, duymayan vicdan sahibi kimselerin sonbahar da sararıp düşen yapraklar misali gönlümüzden, gözümüzden ve dahi kalbimizden düşmelerine şahitlik ettiğimiz gibi…
Kalbini, aklını, vicdanını her dem taze, her dem duru ve berrak tutabilenler insanlık semasının kutup yıldızları gibi parıl parıl parlamaktadır. Onlar insanlara, bilhassa yönünü şaşırmışlara yön bulmalarına da yardımcı olmaktadırlar. Ben öyle insanları da biliyorum. Onlar zor zamanların itfaiye erleri… Esfel-i safilin ile âlâ-yıilliyyin arasında mekik dokuyan insanlığın melek yüzlü ferdi feritleri… Düşene yardım eden, olmayana veren, gönülleri Allah rızasıyla dopdolu, “sağ elinin verdiğinden sol eline dahi haberdar etmeyen” çağımızın “yardım elçileri” … İnsanlık, böyle diğerkamları arasında yaşattıkça asla kış mevsimini görmeyecek, dönencesi hep baharlar olan zamanlar bulacaktır. Söz Cahit Sıtkı’nın:
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
Evet, son bağ da bozuldu, bahçeler tarumar oldu yeniden baharlar oluşturmak için. Her gün her an gidenlerimiz var; kimi şehitlerimiz kimi normal kayıplarımız… Toprak nadas edildi. Eski kökenler söküldü bir bir. Şimdi aynı zamanda ekim zamanı. Bir yandan meyvelerin hasadı yapılırken diğer yandan da hububatın – bilhassa buğdayların ekilme, toprakla tekrar buluşma süreci başlıyor.
Babam ekim ayında buğday ekmeye gitmeden önce tohumluk buğdayları “göktaşı” adını verdiğimiz mavi renkli ilaçlı suyla yıkar öyle serperdi toprağa. Yeni ekinlerin karacası olmasın diye öyle mi? Herhalde öyledir; peki, insanlık, karacasını ortadan kaldırmak için ne yapmalı? Bir düşünmek lâzım!..