"Yememiştir hiç kimse
Elinin emeğinden daha hayırlısını"
diyerek
Şafak gibi alınlara terle yazılmış
Hakkın mutlak ölçüsünü
Elbet benim işçilerim çekecek
Emeğin kutsal direğine.” (Sürüp Gelen Çağlardan/Erdem Bayazıt)
Son dönem Türk edebiyatının önemli şairlerinden ve Yedi Güzel Adam dizisinin ve Kahramanmaraş Lisesinin edebiyat öğretmeni Adil Erdem Bayazıt böyle diyor Sürüp Gelen Çağlardan adlı şiirinde. Şair bu şiirinde esasen Saadet Asrı’ndan bu yana değişik dönemlerden ve ülkelerden bahisle İslam coğrafyasının bir fotoğrafını çekerek önümüze seriyor. Bunu yaparken de yer yer Batı ülkelerinden haksızlığa karşı direniş örneklerini anmayı ihmal etmiyor.
Emek, hak ve hakça paylaşım gibi kelimeler anıldığında toplumumuzda daha çok sol, sosyalizm, sosyalist düşünceler akla geliyor. Bu konunun algılarımızda böyle yer edinmesinin sebebi, bu siyasî hareketlerle bu kavramların daha çok anılır olmasıdır. 1 Mayıs’ın işçi hareketleri ile birlikte hak arama, emeğine sahip çıkma arayışının günü olarak dünya çapında kutlanmaya başlamasındandır. İşte bundan dolayıdır ki 1 Mayıs ile ilgili olarak ansiklopedilerde şu bilgilere rastlarız:
“1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı, işçi ve emekçiler tarafından dünya çapında kutlanan, birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadele günü. Dünya üzerindeki pek çok ülkede, resmî tatil olarak kabul edilmektedir. Türkiye'de ilk kez 1923'te resmî olarak kutlanmıştır. 2008 Nisan'ında, "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanması kabul edilmiştir. 22 Nisan 2009 tarihinde TBMM'de kabul edilen yasa ile 1 Mayıs resmî tatil ilân edilmiştir.”
Bir şey ne zaman aranmaya başlar? Garip bir soru sorduğumu düşünebilirsiniz ama soru garip değil! Sorunun biraz da içimizi acıtan bir yanı ve yönü var. Çünkü hak, hukuk ve adalet, hakça yaşama gibi konularda asırlar öncesinden İslam’ın ortaya koyduğu kurallar var. O kurallara uyulduğunda böyle bir hak arayışına girmenin gereği yoktur; çünkü herkes hak ettiğini almaktadır.
Peki bizler, işçiler, emeciler neden hak arayışına girme lüzumu hissederiz? Hakkımız, emeğimiz gasp edildiği, yok sayıldığı, bunların elimizden alındığı zaman, öyle değil mi?
Batıda sanayi devrimi ile birlikte oluşmaya başlayan toplu işçi çalıştırmaları ile birlikte patronların daha fazla üretim, daha fazla kazanç elde etme hırslarının bir gereği işçilere süre olarak gereğinden fazla çalıştırıp, emeğinin karşılığı olarak da daha az ücret verip işçilerin haklarının yok sayılması, emeğinin hakkını arama işinin örgütlü bir biçimde Batıda ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Doğuda, İslam dünyasında işçilerin hakları meselesi bütünüyle esasen geçmiş dönemlerde vicdanlara havale edilmişse de insanların dinî hassasiyetleri daha fazla olduğu dönemlerde kul hakkına azami derecede riayet ediliyordu. Çünkü, Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) “İşçinin hakkını alnının teri kurumadan ödeyiniz.” buyurmuşlardır. Ebu Hureyre’nin (Radiyallahu Anh) rivayet ettiği bir diğer hadis-i şerifte ise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor; Kıyamet günü üç kişinin karşısında olurum: Benim adımı vererek anlaşan sonra da anlaşmaya uymayan kişi, Hür birini köle olarak satıp parasını yiyen kişi ve İşçi tutup işini gördüren ve ücretini vermeyen kişi’ buyurdu.” (Buhari Fethu’l-Bari 4/447). Yine bir başka hadis-i şerifte “Kim bir kul hakkı yemişse derhal o kardeşi ile helâlleşsin. Çünkü (kıyamet günü) dirhem de geçmez dinar da. Böyle olunca o (hak yiyen) kişinin sevapları alınır o adama yüklenir. Eğer sevapları yoksa o hakkını yediği adamın günahları buna yüklenir.” buyrulmuştur. (Buhari, Rikak, 48)
Yapmamız gereken, çok basit aslında. Herkes hak ettiğini almalı, hak ettiğinden fazlasına talip olmamalı. Vermesi gereken de gerekli olanı vermeli, alması gereken de hak ettiğinden fazlasını istememeli.
***
İsterseniz, biraz da kıssadan hisse kapalım:
“Bir zamanlar, yaşlı bir kadın evde tereyağı yapıyordu. Kocası ise tereyağını her gün yakınlarındaki bakkala götürüp satıyor, onunla geçiniyorlardı. Bakkal, adamın getirdiği tereyağını hiç tartmıyordu. Ancak bir gün, acaba dedi. “Bu tereyağı gerçekten bir kilo muydu? Ya eksikse?” diye geçirdi içinden bakkal.
Yaşlı adam gittikten sonra bakkal, tereyağını tartıya koydu. Satılması için verilen tereyağının 900 gram geldiğini görünce çok öfkelendi. Kendi kendine “Yarın geldiğinde bunun hesabını sorar, bir daha da ondan alışveriş yapmam.” dedi.
Ertesi sabah yaşlı adam, olan bitenden habersiz, yine elinde tereyağı olduğu hâlde içeriye girdi. Bakkal yaşlı adama sert sert baktı ve “Bir daha senden tereyağı almayacağım!” dedi. Yaşlı adam, üzüntü ve endişeyle “Efendim, bir yanlışım mı oldu?” dedi. Bunun üzerine, bütün dürüstlüğünü üzerine toplayan, kızgın ve biraz da heybetli bir biçimde bakkal, “Efendi, senin bana verdiğin tereyağını tarttım, tam da 900 gram geldi. Ayıp değil mi bu yaptığın?” dedi.
Yaşlı adam utanmış, yer yarılsa âdeta içine girecekti. Olan bitene bir anlam veremiyordu. Durumu olduğu gibi anlatması lazımdı. Aksi takdirde hem geçim sebepleri zayi olacak hem de halk yanlış anlayacaktı. Boynu bükmüş ve başını eğmiş bir hâlde, “Efendim, bizim terazimiz yok, sizden bir kilo şeker almıştık onu tartı olarak kullanıyoruz.” dedi. Çünkü yaşlı adamın zihninde ve gönlünde asla eksik verme gibi bir düşünce hiç ama hiç yoktu.
Utanma, yerin dibine geçme sırası bakkala gelmişti. Yaşlı adamın bu cevabı karşısında bakkal, utancından ne yapacağını şaşırdı. Kusurun kendinde olduğunu unutmuş, başkalarının kusurunu diline dolamıştı. Kendi kusurunu görmezden gelmişti.
***
Dünya hayatı malum, sınırlı ve geçici. Burada kimse kalmış değil. Hepimiz, ebedi bir hayata hazırlanıyoruz; buna inansak da inanmasak da. Bu gerçekle mutlaka ama mutla yüz yüze geleceğiz. Bundan kurtuluş yok. O zaman o ebedî âleme iyi hazırlanmalıyız.
Zaman zaman insan bu gerçeği unutuyor, kendisini suçlardan azade kılıyor. İnsan, bunu yapmakla esasen hem kendisi hem de başkalarını aldatmaktan başka bir şey yapmıyor. Buna geçici mutluluklar yaşama sendromu desek yeridir.
İnsan biliyor ki, şu kısa dünya hayatı ve o hayatın da belki toplamının bir çeyreğinde yaşayabileceği mutluluklar için bunu yapıyor. O mutluluklar da zehirli bal hükmünde. Evveli tatlı, ahiri acı olan bir mutluluk; evveli fani, yalancı bir cennet; ahiri ebedî, gerçek bir cehennem olan ferahlık. Çünkü birinin hakkını yemişsen, o kişiyle helâlleşmeden, affedilmesi mümkün olmayan bir günaha giriyorsun bunu yapmakla. O zaman helâlleşme imkânı bulamayacağın kimseler başta olmak üzere hiç kimsenin hakkını yeme! Herkese hakkını ver, kendi hakkının da yenmesine razı olma. Allah’ın rızasını ve cenneti hak etmeye bak. Bundan ötesi yok.