|   | 
  • Cevahir Kadri

    Enkaz Altında Kalan Ruhumuz

    İlkokul yıllarımızda okuyup da aklımızda yer eden şiirler, okuma parçaları vardır. Yıllar geçse de onlar, zihnimizin bir yerlerinde hep ikamet ederler. Zaman zaman da ansızın ortaya çıkıverirler. Bayrak Altında şiirini de pek çoğumuz okumuştur, hatırlayacaklardır, öyle düşünüyorum. Belki bugün birçoğumuz, şiirin Faruk Nafiz Çamlıbel’e ait olduğunu bilmiyor olsak da onun en azından birkaç dizesi aklımızdadır:

    Bu gün genç, ihtiyar, kadın, kız, kızan, / Uzanıp yatsak da çardak altında,/ Boruyu çalınca yarın borazan,/ Hemen toplanırız bayrak altında.

     

    Hak Teâlâ, insanı kabileler, milletler hâlinde yaratmıştır. Milletler de belli coğrafyalara hâkim olarak o coğrafyalarda kendi iç işlerini ve diğer insan/millet topluluklarıyla ilişkilerini yürütmek için devlet adını verdikleri bir sistem kurmuşlardır. Bu sistemin temsili bayrak ile mümkündür. Bayrak, Güncel Türkçe Sözlük’te “bir milletin, belli bir topluluğun veya bir kuruluşun simgesi olarak kullanılan, renk ve biçimle özelleştirilmiş, genellikle dikdörtgen biçiminde kumaş, sancak” olarak tanımlanmış. Her devletin bir bayrağıve o bayrakta, geleceğe birlikte yürüme irade ve ülküsünü belirleyen toplulukların ortak değerleri vardır. O sebeple bayrak önemli bir değerdir. Bayrağımız, Türk bayrağı ay ve yıldızı, zeminindeki şehitlerimizin kanının rengi ile ayrı bir değer ifade eder bizim için.

     

    Değerlerimiz vardı

     

    Her milletin var olmasının aslî unsurları arasında yer alır maddi ve manevi değerleri. Bizim de değerlerimiz vardı; sevgi, hoşgörü, yardımseverlik, fakiri, mazlumu, açta, açıkta bırakmama, ona yardım etme, değil insanlar hayvanların bile hayatını en iyi şekilde sürdürmesi için türlü vakıflar kurmak gibi. Değişen dünyada insanımız da değişti ne yazık ki insanlığımız da… Şair Salih Erdem bu değerlerimizden bahseder Benim Memleketimde adlı şiirinde. Uzun şiirinde değerlerimizi, güzelliklerimizi bir bir anlatmış. İşte o şiirden bir dörtlük: “Mümkün mü yetimin aç ya da muhtaç olması?/ Umutların çatlayıp tebessümün solması…/ Herkesin heybesinde sonsuz kudret dolması/ Ne sofralar kurulur benim memleketimde.” Ah, diyor insan, değerlerimiz, keşke hep yaşansaydı, yaşatabilseydik onları!..

     

    Hayatın güzelliği öyle sarhoş eder ki insanı; son durağımız olacak -olsun- cenneti bu dünyada yaşama hevesine kapılır gideriz, öyle güzellikte bir ortam vardır çünkü. Bakınız Divan şairi Nedim ne diyor İstanbul’un güzellikleri için:“Altında mı üstünde midir cennet-i a’lâ/ El-hak bu ne halet bu ne hoş âb u hevâdır” yani “Bütün insanların gitmeyi hedeflediği, arzu ettiği cennet-i âlâ yerin altın/öte dünyada mı yoksa burada mı insanı kararsız bırakıyor. Gerçek şu ki bu ne güzel hal, ortam ne güzel bir havadır.

    Bir de şimdiki İstanbul’u görseydi Nedim, herhalde aynı şiiri yazamayacak ve eyvahlar olsun, eyvahlar olsun, cennet gibi olan bu şehri ızdırap ve keder dolu, azap içinde azap bir cehennem şehrine dönüştürmüşsünüz diyerek bizden şikayetçi olacaktı, kim bilir!..

     

     

    İzmir yollarında

     

    Zaman zaman insanların ve insanlığın hayatını altüst eden olaylar yaşanır. Ne düzen kalır ne huzur orada. Hayat bütünüyle keşmekeşlik içindedir hayatta kalabilenler için. Kimine bir dağ başında yel vurur, kimine cephede deli bir kurşun, kimine düz ovada bir hastalık kimine dertler yumağı huzursuzluk… Ömer Bedrettin Uşaklı da bir askerin cepheden annesine “son mektup” işaretlemesiyle gönderdiği bir mektuptan bahseder ki yürekleri dağlar. Mektubun girişinde hâl ü ahvalini izah eder asker: “Belki şimdi, sana son/ Sözlerimi yazmadan/ Gözlerim kapanacak./ Belki var daha beş, on/ Dakikalık bir zaman.

     

    Geçen hafta,yüzden fazla insanımızın hayatına sebep olan, Yunanistan’ın Samos (Sisam) adası merkezli İzmirdepreminde yaşananlar sonrasında kendimi o mektubun içerisinde buldum. Enkaz altında kalan ama henüz hayatları devam eden kardeşlerimizi düşündükçe o “son anlar” gözümün önüne geldi hep. Uzaktan uzağa, duadan başka bir şey yapamamanın çaresizliğiiçimi yiyip bitirdi. Duyarlı kalplerin de benzer duyguları yaşadığını biliyorum.

     

    Uşaklı, mektubun/şiirin devamında askerin, milletinin yolunda şehadet mertebesine ulaşmak üzere olduğunu bildir: “Anne, için yanacak/ Mektubum okunurken./ Lâkin ölümün eli/Alnıma dokunurken,/ Beliren bir emeli/ Çok görme bana sakın./ Ben Tanrı'ya en yakın/ Bir yola sapıyorum,/ Milletimin uğrunda/ Türbemi yapıyorum.

     

    Asker o mektubunda, hayatın geçici, olduğunu ve hayatının son demlerini yaşadığını tablo hâlinde bir bir sıraladıktan sonra artık ölüm meleğinin huzurunda olduğunu bildirir. Annesinin üzülmemesi onun son dileğidir. Ama anneler üzülmez mi evladının, can yongasının gidişine? Yaralı asker sorar annesine: “O ne anne, o güzel/ Gözlerinden akan ne?/ Geri dönmedim diye/ Ağlıyor musun anne?..

     

    Ne demek, ne yapmak lâzım

     

    Bir yanda vatanı ve milleti uğruna canlarını feda eden yiğitler diğer yanda deprem sonrasında mağdur ailelere yardım olması için dağıtılan gıdaları “mağdur postuna bürünerek” alıp dükkanında sattığı belirlenen vicdansızların hâli!.. Görüntüleri sosyal medyaya yansıyan o insan “görünümlü” varlıklara Allah’tan hidayet dilemek lazım. Belli ki nefislerine yenik düşmüşler, üç beş kuruşluk dünya malına meyletmişler.

     

    Ya daha etkili ve yetkili kişilerin yetim ve öksüzlerin mallarına, haksız ve hukuksuzca el koymaları, onları âdeta gasp etmeleri? Kendilerinin uydurdukları bahanelerle hukuku da “siyasi emellerine” ortak ederek insanların haklarını ellerinden almaları?

     

    Birine duyulan nefret, diğerine gönderilen alkış!.. Göçük altında kalan asıl insanlık burada. İnsanların insanlığı üç kuruşluk bir yardımda… Ya taraf olduklarının modern ve post-modern göz bağcılığı ile alıp götürdükleri? Onları insanlık ölçüleri çerçevesinde nereye koyacağız? Haksızlık bir zulümdür, bile bile o zulme rıza göstermek, onu onaylamak da ayrı bir zulümdür.

     

    Öldüren deprem mi?

     

    Hemen hemen her olayda böyledir. Olay sonrası kalemlerde mürekkep kalmaz, diller çözülür, çenemiz düşer. Yazdıkça yazar, konuştukça konuşuruz. Sonun yine hüsran, yine haybet, güzelliklere, rahat ve huzura yine hasret!.. Peki, nedendir bu hali pürmelâlimiz?

     

    Ne zaman öğreneceğiz; “su insanı boğar, ateş yakar, taş serttir, deprem -sebeplere uyulmadan yapılan binalar neticesinde- öldürür” gerçeklerini? Cahit Sıtkı gibi herkesin “otuz beşyaş”ını geçmesi mi gerekiyor bu acı gerçeklerle yüzleşmek için? Hayatının baharında canlarını yitirdiklerimizin hesabı sorulmayacak mı sanıyorsunuz? Sorulacak elbette o hesap hem burada hem de ahirette, sorulacak!..

     

    Deprem, sadece ülkemizde olmuyor. Dünyanın değişik yerlerinde deprem hep yaşanır, yaşanmaktadır da. Ama her yerde yaşanan deprem neden bizim gibi ülkelerde daha çok can kaybına sebep olurken diğer ülkelerde bu böyle değildir? Düşünmek lâzım. Hâşâ, Azrail onlara “torpil” mi geçmektedir? Allah, onlara biraz daha “mühlet” mi vermektedir? Encamı Allah bilir ama bildiğimiz şu ki “âdetullah/ sünnetullah” dediğimiz, yer yer de “tabiat kanunları” diye adlandırılan fizik kuralları çerçevesinde hareket etmezsek, sonucu daima hüsran olarak yaşamaya devam edecek gibiyiz. Bu dünya sebepler dünyasıdır; sebebe riayet etmekle yükümlüyüz. Yükümlülüklerimizi yerine getirmezsek orada ölümlüyüz.

     

    Medyaya yansıyan haberlerdeki şu üzücü tabloya bakar mısınız? Sizce de bu durum, yukarıda sorduğum sorularda ne kadar haklı olduğumu ortaya koymuyor mu?  “Tüm dünyada 2020 yılında depremlerde toplam 198 kişi hayatını kaybetti. Bu can kayıplarının 160'ı Türkiye'de yaşandı. Şu ana kadar 110 canın yitirildiği İzmir depremi 2020 yılında açık ara en ölümcül deprem olarak kayıtlara geçti.” (Sözcü) Düşünebiliyor musunuz, bütün dünyada depremden ölenlerin sayısı 198 ve bunun 160’ı ülkemizde! Hayır, bu ölümlerin sebebi kesinlikle biziz, deprem değil. Bu afat, bizim kendimizden kaynaklanıyor. Zaten Cenab-ı Mevlâ da öyle buyurmuyor mu?“Sana gelen her iyilik ve sevap Allah'tandır, sana ne günah dokunursa kendindendir...” (Nisa, 4/79)

     

    Bakınız; inşaat,yapı alanında adını çokça duyduğumuz bir isim Ali Ağaoğlu, nasıl bir itirafta bulunuyor: "1970’li yıllarda İstanbul’un Anadolu yakasında yapılan yapıların büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben sattım. Kumları Marmara Denizi’nden, demirleri hurdadan çektik. O zamanın şartlarında en iyi malzeme buydu. Sadece biz değil tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem olursa İstanbul’a ordu bile giremez, ölen şanslıdır.” (Yeniçağ) Buyurun buradan yakın. Malzemeden çalan, insanların ömründen çalmıştır, bu böyle biline! Sebep olan yapan gibidir kaidesince malzemeden çalarak çürük binalar yapanlar, dükkanlarını genişletmek amacıyla kolanları kesenler, daha az kablo, boru vs. harcamak için kolonları ve kirişleri delenler, bölenler dolaylı olarak katillerdir. Binaları çürük duruma getirerek olası depremlerde yıkılmasına sebep olan insanların hayatını üç kuruşa satan zavallılardır.

     

    İzmir’deki depremin acıları sonrasında yapılan bu açıklama karşısında insan ne diyeceğini bilemiyor gerçekten. Adamların yıllar önce işledikleri suçları hem görmezden geliyor hem de şimdi onlara uygun araziler, inşaat imkanları vererek ödüllendiriyoruz. Adam bu açıklamayı niye şimdi yapıyor? Şehirlerde uygulanmaya başlanan, yer yer orada da “rant”a dönüşen “kentsel dönüşüm” planlarından pay kapmak istiyor. Dünün binalarını çürük yaptığını itiraf edenlere yarınlarımızı da emanet ederek onları ödüllendiriyoruz. Bizi asıl öldüren budur, deprem değil.

     

    Hüzün ateşimize su serpen

     

    Enkaz altında kalanların bazılarının hayatları sona erdi. Umutlarımız hep taze kaldı. Bir insanımızı canlı olarak kurtarabilmenin heyecanı içerisindeydik. Kurtulan canlarla sevindik, mutlu olduk; giden hayatlarla hüzünlendik, kahrolduk.

     

    İzmir depreminin enkazından elli sekiz (58) saat sonra İdil, altmış beş (65) saat sonra Elif, doksan bir (91) saat sonrada Ayda isimlerindeki can parelerimiz kurtarıldı. Şimdi, hayattalar çok şükür. Günler sonrasında karşılaşılan bu kurtarmalar bizi sevince gark etti. İnsan, nasıl sevinmez ki, bir can kurtarılıyor, bir can!

     

    Enkazın altından bir kişi canlı olarak kurtarmak çok önemli. Yıkıntılar sonrası onların yaralarını sarmak çok çok önemli. Fakat söylemeden edemeyeceğimiz bir gerçek var ki insanımızı yıkıntılar altına atmayan sağlam yapılar yapmak en önemlisi. Onları ölümle burun buruna getirmemek, sıkıntılarla baş başa bırakmamak, yılların birikimi neticesinde huzur içerisinde yaşama hayallerini hiçbir zaman yıkmamak, yıkmak isteyenlere fırsat vermemek... asıl önemli olan bu. Bunu başardığımızda depremlerde insanımızın hayatlarını yitirmesinin önüne geçmiş olacağız.

     

    Haberin var mı?

     

    Enkaz altından kurtarılanlara seviniyoruz diğer yandan türlü siyasi sebeplerle özgürlükleri ellerinden alınarak bilhassa şu salgın dönemine onları çaresiz ve kısıtlı imkanlar altında ölümle karşı karşıya bırakıyoruz. Çocuklar var güneşi görmeden, parklarda oyun oynayamadan büyüyen, çocuklar var! Haberin var mı ey kardeş? Her sabah kahvaltılarında çoluk çocuğunla ferih fahur, neşe içinde çaylarını yudumlarken hayatının baharında yoksunluklara itilen insanların hâlinden, çocukların ahvalinden, haberin var mı?

     

    Acıları yaşayanlarla acı çekmediğimiz, insanların acı çekmelerine sebep olduğumuz müddetçe, kimimiz depremin enkazları altında can verirken kimimiz de o enkazın üzerinde sefa sürüp geleceğin mutlu hayallerini kurma peşinde koşuyorsa orada enkaz altında kalan insanlığımızdır, ruhumuzdur. Suçsuz yere insanları bir öç alma duygusu ile yenik düşüyorsa hak ve adalet dağıtıcıları, orada ruhumuz enkaz altındadır, insanlığımız da can çekişmektedir.

     

    Yazımı, bir şair dostumun, 2003 Bingöl Depremi sonrasında okul binasının enkazı altında yüzden fazla öğrencinin kaldığı haberi üzerine yazdığı Yürekler Deniz adlı şiirinden bir bölümle noktalıyorum:

     

    Ne yaman düşlerim vardı baharlı

    Yarınlara dair

    Bir zil bile çalmadan

    Başlayamadan yüreğimizi aydınlatan derslere

    Güne doğmadan güneş

    Bak sona ermiş bugün

    İşte oluvermiş akşam

    Şafakları hep aydınlık bilirdim

    Gün doğar, bilgi okyanusunda erirdim

    O gece yorgundu güneş

    Doğmaya hiç yoktu niyeti

    Gün doğmadı, çalmadı derslerimizin zili

    Ama birileri derslerimizi çaldı

    Hayatımızı çaldı hayallerimizi

    Çaldıkça da alçaldı

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.