Ülke olarak farklı bir zaman diliminden geçiyoruz. Buna anormal ya da olağanüstü demek de mümkün. Olağanüstü derken bir yönetim anlamını kastediyor değilim. Bu hâller başka, bahsedeceğim hâllerimiz bambaşka. O hâllerde de yazılacak çok ama çok mesele var fakat şu an meselemiz bu değil. Bugün dert edinip o derdi yangın istiaresiyle yazıya taşıdığım o dert çocuklarımız ve gençlerimizin değerlerle yetişip yetişmemeleri, bu değerleri hayatlarına hayat kılamamaları meselesidir.
Bir ülke için en büyük sermaye insandır ve en büyük yatırım da insana yapılan yatırımdır. Peki bu nasıl mümkün olacak? İnsana yapılan yatırım nasıl gerçeklik kazanacak? Merkezine insanın konduğu projeler insana hizmet olarak nasıl dönecek? Konu insan olunca irade, bilinç, düşünce, duygu devreye giriyor. Bunlar devreye girince de düşünce farklılıkları, inanç farklılıkları beraberinde sökün ediyor. Bu kadar farklılığın olduğu bir toplumda insana yatırım nasıl gerçekleşecek veya bu nasıl gerçekleştirilecektir? Evet bunlar, aşılmasında müşkülat yaşanan veya yaşanacak olan hususlardır.
Her insan ayrı bir dünyadır. Her insan özeldir ve saygı duyulmayı hak eder. Dünyada yedi milyarı aşan bir insan nüfusu varsa bir o kadar da farklı bir şahsiyet olması lazım gelir. Olması lazım gelir sözünü biraz da hukukî anlamıyla söylüyorum. Demem o ki insan yaptıklarından veya yapması gerektiği hâlde yapmadıklarından sorumludur. Sorumluluk alanına bir başkasının davranışı giremez. Tabii bir grupta, mahalde, yönetim biriminde etkili ve yetkili konumda ise o zaman durum başkadır. Fakat orada da yapılması gerekenler ve yapılmaması gerekenler olarak karşısına çıkan tüzel bir sorumluluğu söz konusudur o kişinin. Çünkü onun davranışı bir başkasının davranışına etki eder, bundan dolayı da o sorumluluk sahibidir.
Sorumluluk demişken aile gibi toplumsal bir yapının üyeleriyiz. Bu yapıda hepimizin ayrı ayrı sorumluluğu söz konusu. Ailenin bireyleri olarak çocukların sorumluluğu başka, ebeveynin sorumluluğu başka. Mahalleyi, ilçeyi, ili ve bütün hâlinde ülkeyi de bir aileye benzetirsek gerçekten bu sosyal yapıda birinci dereceden ve tali derecen sorumlularımız ve sorumluluklarımız var demektir.
Aile içerisinde anne babanın sorumluluğuna bağlı olarak ortaya koyduğu davranışları, toplumun geleceğini oluşturan, aile fertlerinden çocukların kimi zaman tatlı kimi zaman normal kimi zaman da acı bir kahve tadındaki davranışlarına olumlu ya da olumsuz yönde etki etmektedir. Gerek onların aldığı kararların bir neticesi olarak gerek toplumun içerisinden gelen faktörlerin etkisiyle çocuklarımız üzerinde kendini gösteren fiili durumlar hem aile içerisinde hem de toplumda büyük yangınların başlamasına sebebiyet vermektedir. Öyleyse nedir bu yangınlar ve bunlar nasıl itfa edilir, bunların söndürülme çareleri nelerdir? Bu yangın nasıl yok edilir, bir daha oluşmaması için ne gibi tedbirlerin alınması gerekir?
Bugün gençlik büyük bir yangının ya eşiğindedir ya içindedir. Gençlerimizi çepeçevre kuşatan, saran bu yangın, gençlerin hem ailede hem okulda, sosyal çevrede adından sıkça söz edilse de değerlerden uzak yetişmeleridir.
Millî Eğitim Bakanlığının açıkladığı yeni müfredatta da belirtilen evrensel değerlerden adalet, dostluk, dürüstlük, öz denetim, sabır, saygı, sevgi, sorumluluk, vatanseverlik, yardımseverlik vb. toplum tarafından bugün nasıl algılanmaktadır? Bu değerler, öncelikle sahip olması gereken, toplumun önünde olan kişiler, yetki sahipleri -başta ebeveynler olmak üzere silsile hâlinde yukarılara doğru- tarafından nasıl algılanmakta ve yaşanmaktadır? Ailede, okulda, belli sosyal gruplarda verilen, kazandırılan bu değerler, bireyin hayata atılması, çalışmaya başlamasıyla, çalışma ortamları, çalışma ortamlarında iletişim içerisinde olduğu kişilerin bu değerleri anlayış ve algılayış biçimleri sebebiyle birey tarafından bir bir çöpe atılmaktadır. Şu an toplumumuzda yaşanan, içimizde olduğunu beyan ettiğim yangın tam da budur: değerlerden uzak sürdürülen hayatlar….
Zaman zaman siyasî tarafgirlik zaman zaman sosyal grup ve anlayış beraberliğinin ortaya koyduğu aidiyet zaman zaman da ideolojik birliktelikler, bu değerlerin kişiliklerimiz üzerindeki olumlu etkisini yok etmekte, bu bakımdan toplumuz değerler aşınmasıyla karşı karşıya kalmaktadır. Bu aşınmayı önlemenin imkânı yok mu? Elbette var, o hâlde onları bir bir sıralayalım.
Öncelikle adalet değerinden başlayalım; adalet, adil olma, eşit davranma, hakları istikametinde insanın hakkaniyet içerisinde insanca yaşaması demektir. Bir yerde adalet varsa, hak hukuk gözetiliyorsa toplumu ayakta tutan temel dinamiklerden biri ve en önemlisi var demektir. Devlet yönetiminde, toplumda adalet varsa birey kendini güvence altında görür, bireylerin oluşturduğu toplum da huzur içerisinde olur. Şeyh Edebali, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” der.
Adaletin tek başına var olması elbette yeterli midir? Elbette değildir. Buna bireylerin dürüst olması da eklenmelidir. Birey dürüst değilse yaptığı işin hakkını kanunlar çerçevesinde hakkını vererek yerine getirmiyorsa burada da bir arıza var demektir. Adalet ve dürüstlük, yukarıda bahsi geçen ve toplumu yangınlara sürükleyen sebepler karşısında yanmaz ve yıkılmaz bir abide gibi durursa o zaman toplumdaki herkes huzur bulur.
Adaleti kendimiz için istediğimiz kadar toplumu oluşturan diğer bireyler için de istememiz lazım. Diğerleri velev ki bizim siyasî ve toplumsal gruplar bakımından rakibimiz olsun, bu fark etmez. Düşmanın bile olsa ona adaletle davranmalısın ki o senin yönetimine talip olsun. İstanbul’un fethi sırasında Bizans halkının duygularına tercüman olan Ortodoks Grandük Notaras “Şehirde kardinal külahı görmektense Türk sarığını yeğlerim.” diye getirmişti. Bu sözü bir Bizanslıya söyleten nedir acaba? Evet, bu sözü Bizanslıya söyleten hemen belirtelim ki Osmanlı’nın adaletle yönetilen sistemidir. Fatih Sultan Mehmet Han’ın taraf olduğu bir davada Fatih haksız bulunur. Evliya Çelebi'nin naklettiğine göre Fatih, mahkemeden sonra Hızır Çelebi'ye dönerek: "Eğer Allah'ın hükmüyle hükmetmeseydin, şu kılıçla senin kelleni indirecektim!" der. Bunun karşısında Hızır Çelebi de "Eğer verdiğim hükmü kabul etmeseydin, ben de adaleti yerine getirecektim!" diyerek sakladığı hançeri gösterir." Bu kısım önemli; bir olayda devlet de taraf olsa millet de taraf olsa asla adaletten uzaklaşılmamalıdır.
Bir toplum için adalet, çok önemlidir. Allahü Teâlâ, “Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan (fahşâdan), kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz.” (Nahl, 90) diye buyuruyor. Kim için, bizim rahat ve huzurumuz için. Yine aynı şekilde Allahü Teâlâ, Maide Suresi 8. Ayeti kerimesinde “Ey iman edenler, adil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” buyurmaktadır. Bu bir ikazdır, uyarıdır. Allah, kullarının aşırılığa gideceğini bildiği için rahmetinin, merhametinin bir cilvesi olarak kullarına böyle uyarılarda bulunuyor. Artık, Ona inanların, müminlerin bu uyarıları dikkate alması gerekmez mi? Hem Hz. Ömer’e (r.a.) hem Atatürk’e izafe edilen “Adalet, mülkün temelidir.” sözünü de unutmamak lazım.
Değerlerimizin yaşanması konusunda büyüklerimiz, bizler; gençlere, çocuklara ne yazık ki örnek olmaktan çok uzaktır, uzağız. Öğrenim hayatları boyunca elde edilen kazanımlar, hayata atılınca gençler tarafından unutulmaktadır. Çünkü hayatlarında, çalışma ortamlarında karşılaştıkları durumlar bunu gerektirmektedir. Onun için gençlerimizi ve geleceğimizi bu değersizlik yangınından zarar görmeden kurtulmalarını, bu yangının bir an önce söndürülmesini istiyorsak toplumu yaşayışına etki eden fertler olarak bu gençlere değerlerin yaşandığı örnek hayatlar sunmalıyız. Aksi hâlde, geleceğimiz tehlikede ve tehdit altında demektir.