İnsan birçok özellikleri üzerinde taşıyan bir varlıktır. Bu özelliklerinden bazıları zaman zaman birbirine üstün olur. Bunlar iyilik, güzellik, saygıdeğerlik, yardımseverlik; kötülük, çirkinlik, gaddarlık, zalimlik, çekemezlik, hırs vb. hasletlerdir. Bu hasletlerden hangisinin üstün geleceği ise yine insanın “cüzi” iradesiyle vereceği kararlara bağlıdır. O, gelişen olaylar bağlamında neye, nasıl karar verirse öne çıkan, kendisini öne çıkaran özelliği de o yönde olur. Bunun ifade edilmiş olması, herkes tarafından bilinmesi veya bilinmemesi çok da önemli değildir. Önemli olan senin davranışlarını şekillendiren, davranışlarının şekillenmesine sebep olan o özelliklerden hangisinin sende baskın gelmiş olduğudur.
Var olan özelliklerin kendince veya bir başkası tarafından ifade edilmemiş olması, o vasıfların sende olmadığı anlamına gelmez. Hele ki bütün zamanlarda ve mekânlarda olup biten, gizli ve açık her şeyi gören ve bilen, her şeyden haberdar olan Allah’ın huzuruna varıldığında, yani o Büyük Mahkeme’de “Bahsi geçen böyle böyle özellikler bende yok, bu tür fiilleri asla ve kat’a işlemiş değilim, bütün bunlar yalan ve şahsıma atılmış kuru iftiralardan ibarettir!” diyebilecek misin?
Çiçek, varlığının ifadesi olarak hâl diliyle kendi güzelliğini anlattığı gibi, kendisini en güzel biçimde yaratan Hâlık’ını da güzelce anlatır. Onun güzel oluşunu ikinci ve üçüncü kişiler anlatmasa bile çiçek güzeldir, güzelliğini kendisini gören gözlere hal diliyle kendince anlatır.
Sözler’deki şu bakış ne kadar da güzeldir: “Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün (güzellik) ciheti vardır. Evet, kâinattaki her şey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir (karışık). Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.” Çevremizde olup biten hadiselere, eşyaya, kişilere bu bakış açısıyla, bu gözle bakabilme erdemine ulaşabilirsek nice dertlerimizin aslında dert olmadığını, nice sıkıntılarımızın, nice güzelliklere ulaşmada sadece bir yol yorgunluğu olduğunu görmüş ve anlamış olacağız. Bakışımız ve düşünüşümüz böyle güzel olunca hayat, güzel semereler elde ettiğimiz bir süreç olarak kayda geçecektir.
Zaman zaman “bizatihi” değil de “neticeleri” cihetiyle “güzel” olduğunu düşündüğümüz ama “hâl” itibariyle “kerih” gördüğümüz hadiselere şahit oluyoruz veya kendimizi o hadiselerin içinde veyahut etkisinde buluyoruz. Her şeyin hayırlı olanını, her şeye hâkim olan Allah’ın bildiği hakikatini bir an olsun aklımızdan çıkarmayalım. Çıkarmayalım ki bizim dar bakış, görüş ve düşünüşlerimizle, hadiseleri dar alandasığ bir bakışla değerlendireceğimiz, resmin bütününü göremeyeceğimiz,resimdeki sadece kara bir noktayı görebileceğimiz için hadiselerin seyrinde O’ndan her şeyin hayırlısını isteyerek en isabetli düşünüpdoğru karar verebilelim. Çünkü Allah, çok merhamet sahibidir, kullarına zulmetmez.
Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), bütün insanların hayrı için ne demiş ve dilemişse, ne yapmış veya yapılana engel olmamışsa, ne yapmamış veya yapılana engel olmuşsa bütün bunların hepsini Allah’ın (cellecelâlühü) kendisine bildirdikleri ile yapmıştır. Çünkü O, nefis ve hevasına göre değil;vahiy eksenli ve odaklı hareket etmiş ve kendisine vahyedilene göre söylemiş ve yapmıştır.
Yapmamız gereken…
Yaşanan ve yaşanmakta olan hadiseleri, merkezine insanı ve İslam’ın bakış açısınıalarak değerlendirip İslam’ın temel özelliği olan barış çizgisi doğrultusunda hareket ederek yaşadığımızcoğrafyaları gerçek anlamda birer “barış yurdu” hâline getirmenin çabası içerisinde olmalıyız. Aksi takdirde İslam’dan koparak uzaklaşan her bir ferdin vebali ve sorumluluğu tek tek üzerimizde kalacak, “hesap günü” “feleğimizi şaşırtacak” neticelerle karşı karşıya kalacağız demektir.
“Barış yurdu” anlamına gelen “dârüsselam” denince neresi aklımıza gelmektedir? O bölgeye neden böyle bir ad verilmiştir? Hiç düşündük mü acaba? Evet, bugün “darüsselam” denince aklımıza isim olarak sadece Kudüs gelmektedir. Çünkü Kudüs, üç din tarafından mukaddes bir belde olarak kabul edilmektedir. Barış içerisinde yaşanması için bu verilmişti belki de.
Sıfat olarak Müslümanların yaşadığı bütün köyler, kasabalar, şehirler, ülkeler de birer “barış yurdu”dur. Hâl itibariyle de bu böyle olmalıydı… Çünkü, değişik yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi İslam kelime olarak “barış” anlamına gelen “slm” kökünden, “selamet” kelimesinden gelmektedir. Bundan dolayıdır ki Allah, insanları barış içerisinde yaşasınlar diye son din olarak İslam’ı bütün insanlığa göndermiştir.
Peki, Müslümanlar olarak neden bugün yaşadığımız coğrafyalar, İslam’ın özüne, ruhuna ters bir hâl üzeredir? Bu sorunun elbette ki türlü türlü cevapları verilebilir. Lakin şu husus diğer hususların önünde ve üstündedir: İslam’ın ruhunu almamış, özümsememiş, günümüz deyişiyle “içselleştirememiş”, işin sadece şeklinde, kabuğunda kalmış kimselerden olduğumuz için bu durumundan, fert fert hepimiz sorumluyuz. Ama bunları da anlamaktan ne yazık ki henüz bütün bütün uzağız.
Siyasetin günün iniş ve çıkışları, gelgitleri ile oyalanıp duruşumuz sebebiyle İslam’ın ruhunu ve özünü anlamaktan gerçekten uzak oluşumuz, düşünüş ve yaşayışımızı olumsuz biçimde etkilemektedir. Bunun neticesi olarak Ziya Paşa’nın yüz elli yıl öncesinde söylediği o tezadı bugün aşabilmiş değiliz:
“Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm”
Hâlbuki öyle mi olmalıydı? Hz. Ömer (radıyallahuanh) gibi
“Kenâr-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer'den onu!” (Mehmet Akif Ersoy)
diyebilseydik, deyip de hayatımızı ve sitemlerimizi buna uygun düzenleyebilseydik; hâlihazırdaki durumumuz ile değer ve inançlarımız arasında taban tabana zıt fotoğraf ortaya çıkmayacaktı. Heyhat ki heyhat!
İslam’da her ferdin mutlaka yapması gerekli olanlar, farz-ı ayn, bazı fertlerin yapmasıyla görevin yerine getirilmiş olması söz konusu olan emirler de farz-ı kifaye olarak nitelendirilir. İslam’ın parlak çehresini apaydın kılmak, Müslümanların yaşadığı beldelerinin, coğrafi mahallerin birer barış yurdu hâline getirmek fert fert her Müslümanın üzerine düşen bir farz-ı ayn mesabesinde bir sorumluluk söz konusudur. Çünkü el birliği ile kısa sürede istenilen sonuca ulaşılır. Bu, iyiliği emredip kötülüklerden sakındırmak vazifesi gibidir her Müslüman için. Ancak böyle bir anlayışla Müslüman ülkelerdeki sıkıntılar, ağlamalar, inlemeler, geri kalmışlıklar ortadan kalkacak, İslam beldeleri gerçek birer barış yurdu haline gelecektir.
Fert fert İslam’ı hayatımıza hayat kılmadan, onu yaşamadan, sadece dile getirerek üzerlerimizdeki sorumluluklar asla kalkmayacaktır. Böyle olunca da değerler açısından, inanış ve düşünüş açısından iman ve İslam’dan uzaklaşan her bir ferdin vebali daima üzerimizde olacak, onların sitemleri vicdanlarımızda bizi adım adım daima takip edecektir.
Ne mutlu, İslam’ın gerçek ruhunu ve özünü benimsemiş, onları hayatının can damarları hâline getirmiş, Asr-ı Saadet’in yeniden yaşanması için var güçleriyle gayret edenlere!.. Ne mutlu!..