|   | 
  • Cevahir Kadri

    İnsanı Anlamak ve Yaşatmak

    Şeyh Edebali “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” der. İnsanı “yaşat”mazsanız ne olur? İnsanı yaşatmak için öncelikle onu tanımak ve bilmek gerekir. Peki, kimdir insan?

     

    İnsan madi ve manevi olmak üzere çok yönlü, çok değerli bir varlıktır. O; maddi yani biyolojik yönünün yanı sıra kalbi, ruhu, vicdanı ve daha birçok melekesi itibariyle manevi yönü olan, yaratılmışların en şereflisi olma ünvanını yine Yaratan’ı tarafından kendisine tevdi edilmiş bir varlıktır. Yani insan, eşref-i mahlukattır.

     

    İnsanı yaratan Allah, bütün kâinatı ve içindekileri ona bir nimet olarak sunmuştur. İnsanın bu dünyada da huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşaması için gerekli bütün imkânları yaratarak insana hazır etmiştir.  İnsan kendisine verilen bu değerin ne oranda farkındadır, kişiden kişiye değişen bir durumdur bu. İnsanın, kendisini keşfedebilmesi için kainat yolculuğuna çıkmasına gerek yoktur; kendisine verilen akıl nimeti ile birlikte görme, müşahede etme, düşünme nimetlerinin hakkını vererek çevresinde olup bitenleri sorgulaması, kendisini keşfedebilmesi için yeterlidir. Kendisini keşfettiği anda insan, bütün insanları da keşfetmiş demektir.

     

    Stefan Zweig Olağanüstü Bir Gece adlı eserinde: “Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.” diyerek insanın kendisini tanımasının önemini vurgular.  Evet insan, “kendi içindeki insanı” anladıktan sonra sadece diğer insanları değil; kainatı ve Yaratıcısını da tanır. Hayatının anlamını da keşfeder. Çünkü İki Cihan Güneşi (sallallahu aleyhi veselelm)  “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” buyurur. Elbette, kendisini tanıyan insan, bu kainatın halıkını Allah’ı tanıyacak, gereğince amel edecek.

     

    İnsan, kendini keşfettiği, kendi varlığının hikmetini anlayabildiği, onun da gereğini yerine getirdiği anda problemlerinin birçoğunu çözmüş olacaktır. Ama dünyanın geneli itibariyle insan, henüz bu aşamadan fersah fersah uzaktır. Bu uzaklığı ortadan kaldıranlar yok mu? Elbette var, onlar dünya insanına nisbette çok az durumdalar.

     

    İnsanoğlu evrenin keşfi için harcadığı emeğin onda birini kendi mahiyetini anlamaya harcasa mesele hâllolacaktı. Evet, insan kendisini anlayınca evreni de anlayacaktı. Evrenin varlığını anlayan, kendisini ve evreni yaratan Allah’ı da anlayacaktı.

     

    İnsanın kendisini anlaması ve o doğrultuda mutlu edecek programlar ve sistemler geliştirmesi, kurması onu bu dünyada huzur içinde yaşatması için çok gereklidir. Yoksa acı, zulüm, işkence nice asırlar geçse de hiç bitmeden devam edip gidecek.

     

    İnsanın, hayata siyah ve beyaz olarak bakması esasen kendini ve evreni anlamaması demektir. Işığın eşyadaki yansımasının gözde farklı şekillerde algılanması olan rengin bir çeşidi yok ki!.. Hayatta nice nice ara renkler ve ara yönler vardır ki sen onlardaki hakikati aramakla mükellefsin. Sadece siyah ve beyaz, seni, kainatı anlatamaz!

     

    Sosyal bir varlık olan insan, huzurlu olmak, kendini en iyi bir şekilde özgürce ifade edebilmek ve en iyi yaşama standardını yakalamak için bir arada yaşama isteğiyle bağlı olduğu bir sistemin kanatları altında hayatını devam ettirir. Biz bu “sistem”e kısaca “devlet” diyelim. Devlet kendisine tabi olan, varlığını da onun varlığına borçlu olan vatandaşını en iyi şekilde yaşaması hususunda gerekli tedbirleri almalı, sistemleri hazırlamalıdır. Bunu yaparken sadece belli bir zümrenin, topluluğun, anlayışın değil; sınırları içerisindeki her türlü inanç, düşünce ve anlayıştaki vatandaşın huzuru ve mutluluğunu düşünmeli;  değişik bahanelerle toplumdaki farklı anlayışları “ötekileştirme” yoluna gitmemeli. Onların doğuştan gelen “insani hakkı”nı tanımama gibi bir yanlışın içerisine  düşmemeli!..

     

    Halit Ziya Uşaklıgil’e hak vermemek mümkün mü? Modern romancılığımızın büyük üstadına kulak verelim: "İnsanlar tuhaftır; fena bir şey yapmakta olduklarını hissedecek olurlarsa, mutlaka en evvel vicdanlarını susturacak bir sebep bulurlar." Zaten bütün mesele de vicdanların susmasından, susturulmasından ibaret değil mi?

     

    Her gün binlerce kişinin hayatını kaybettiği, evinden yurdundan edildiği, kadınların kızların ırzlarına geçildiği, aç bırakıldığı, insanların açlıktan öldüğü haber bültenlerine yansıyor. Yansıyor da ne oluyor dersiniz? İnsanların kalbi rikkatini kaybetmiş; her birinin birçok bahanesi var. Araştırma, okuma, karşısındakini dinleme, onu anlama gibi bir derdi yok onun. Herkes kör bir bakışın, cehaletin, aymazlığın kurbanı olmuş. Maddi menfaatleri, manevi kazanımlarının önüne geçmiş!..

     

    Stefan Zweig insanı anlama ve anlamdırma noktasında ne güzel söyler: İçte tutulan gözyaşları akıtılanlardan daha acıtıcıdır.” İnsan, bütün duygu ve düşüncesini ortaya koyamaz. Kelimeler ile duygu arasındaki dengesizlik açısından bu mümkün değildir zaten. İnsan öyle dertlere giriftar olur ki ağlar, ağlar, ağlar da an gelir ağlayamaz olur. İşte o an insan, gözyaşlarını hep içine akıtmaya başlamıştır.

     

    Ali Şeriati deİnsan, insan olma merhalesine yaklaştıkça yalnızlaşır.” diyerek düşünen , kendisini keşfeden insanın çok az oluşu itibariyle bir yalnızlığa düştüğünü söyler. Bir de hâlden anlamazlar arasında ise bu yalnızlık katmerleşerek artar!İşte  tam da bu noktada şair Murathan Mungan devreye girer ve şöyle der: “Söylenecek sözün çokluğu bazen insanı dilsiz bırakır. Tıkanır kalırsınız. Haklılığın suskunluğu diğer suskunluklara benzemez.” Evet, insan çok şeyi söylemek ister ama muhataplarının onu anlaması imkânsızdır. Böylesi durumlarda söz söylemenin de bir kıymeti yoktur. İnsan o an herkese “Suskunluğum, haksızlığımdan değildir!” diyerek avazı çıktığı kadar haykırmak ister.

     

    Cemil Meriç’e göre insan, sevilmek için yaratılmıştır ama o sevgisini başka yöne harcadığı için dünyadaki kaosun sebebi olmuştur: “İnsanlar sevilmek için yaratıldılar, eşyalar ise kullanılmak için. Dünyadaki kaosun nedeni, eşyaların sevilmesi ve insanların kullanılmasıdır.”Burada, eşya kelimesine “sistem”, “devlet” gibi anlamlar yüklemek mümkündür. Böyle durumlarda asıl amaç yön değiştirerek devletin varlığı öncelenmektedir. Bu  da zaman zaman bireyin hakkının yenmesine, huzur edilmesine yol açmaktadır.

     

    İçinde bulunduğumuz haftada yer alan Dünya İnsan Hakları Günü’nde(10 Aralık) insan için son olarak şöyle diyelim: Öyle bir sistem geliştirilmeli ki devlet de yaşasın, insan da. Devlet,  insanı yaşatmak için var olsun, insan da devletine zarar vermesin. Evet, söylenmesi gerekeni Şeyh Edebalı söylemiş zaten:

     

    “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!”

    Şeyh Edebali “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” der. İnsanı “yaşat”mazsanız ne olur? İnsanı yaşatmak için öncelikle onu tanımak v ebilmek gewrekir. Peki, kimdir insan?

     

    İnsan madi ve manevi olmak üzere çok yönlü, çok değerli bir varlıktır. O; maddi yani biyolojik yönünün yanı sıra kalbi, ruhu, vicdanı ve daha birçok melekesi itibariyle manevi yönü olan, yaratılmışların en şereflisi olma ünvanını yine Yaratan’ı tarafından kendisine tevdi edilmiş bir varlıktır. Yani insan, eşref-i mahlukattır.

     

    İnsanı yaratan Allah, bütün kâinatı ve içindekileri ona bir nimet olarak sunmuştur. İnsanın bu dünyada da huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşaması için gerekli bütün imkânları yaratarak insana hazır etmiştir.  İnsan kendisine verilen bu değerin ne oranda farkındadır, kişiden kişiye değişen bir durumdur bu. İnsanın, kendisini keşfedebilmesi için kainat yolculuğuna çıkmasına gerek yoktur; kendisine verilen akıl nimeti ile birlikte görme, müşahede etme, düşünme nimetlerinin hakkını vererek çevresinde olup bitenleri sorgulaması, kendisini keşfedebilmesi için yeterlidir. Kendisini keşfettiği anda insan, bütün insanları da keşfetmiş demektir.

     

    Stefan Zweig Olağanüstü Bir Geceadlı eserinde: “Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.” diyerek insanın kendisini tanımasının önemini vurgular.  Evet insan, “kendi içindeki insanı” anladıktan sonra sadece diğer insanları değil; kainatı ve Yaratıcısını da tanır. Hayatının anlamını da keşfeder. Çünkü İki Cihan Güneşi (sallallahu aleyhi veselelm)  “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” buyurur. Elbette, kendisini tanıyan insan, bu kainatın halıkını Allah’ı tanıyacak, gereğince amel edecek.

     

    İnsan, kendini keşfettiği, kendi varlığının hikmetini anlayabildiği, onun da gereğini yerine getirdiği anda problemlerinin birçoğunu çözmüş olacaktır. Ama dünyanın geneli itibariyle insan, henüz bu aşamadan fersah fersah uzaktır. Bu uzaklığı ortadan kaldıranlar yok mu? Elbette var, onlar dünya insanına nisbette çok az durumdalar.

     

    İnsanoğlu evrenin keşfi için harcadığı emeğin onda birini kendi mahiyetini anlamaya harcasa mesele hâllolacaktı. Evet, insan kendisini anlayınca evreni de anlayacaktı. Evrenin varlığını anlayan, kendisini ve evreni yaratan Allah’ı da anlayacaktı.

     

    İnsanın kendisini anlaması ve o doğrultuda mutlu edecek programlar ve sistemler geliştirmesi, kurması onu bu dünyada huzur içinde yaşatması için çok gereklidir. Yoksa acı, zulüm, işkence nice asırlar geçse de hiç bitmeden devam edip gidecek.

     

    İnsanın, hayata siyah ve beyaz olarak bakması esasen kendini ve evreni anlamaması demektir. Işığın eşyadaki yansımasının gözde farklı şekillerde algılanması olan rengin bir çeşidi yok ki!.. Hayatta nice nice ara renkler ve ara yönler vardır ki sen onlardaki hakikati aramakla mükellefsin. Sadece siyah ve beyaz, seni, kainatı anlatamaz!

     

    Sosyal bir varlık olan insan, huzurlu olmak, kendini en iyi bir şekilde özgürce ifade edebilmek ve en iyi yaşama standardını yakalamak için bir arada yaşama isteğiyle bağlı olduğu bir sistemin kanatları altında hayatını devam ettirir. Biz bu “sistem”e kısaca “devlet” diyelim. Devlet kendisine tabi olan, varlığını da onun varlığına borçlu olan vatandaşını en iyi şekilde yaşaması hususunda gerekli tedbirleri almalı, sistemleri hazırlamalıdır. Bunu yaparken sadece belli bir zümrenin, topluluğun, anlayışın değil; sınırları içerisindeki her türlü inanç, düşünce ve anlayıştaki vatandaşın huzuru ve mutluluğunu düşünmeli;  değişik bahanelerle toplumdaki farklı anlayışları “ötekileştirme” yoluna gitmemeli. Onların doğuştan gelen “insani hakkı”nı tanımama gibi bir yanlışın içerisine  düşmemeli!..

     

    Halit Ziya Uşaklıgil’e hak vermemek mümkün mü? Modern romancılığımızın büyük üstadına kulak verelim: "İnsanlar tuhaftır; fena bir şey yapmakta olduklarını hissedecek olurlarsa, mutlaka en evvel vicdanlarını susturacak bir sebep bulurlar." Zaten bütün mesele de vicdanların susmasından, susturulmasından ibaret değil mi?

     

    Her gün binlerce kişinin hayatını kaybettiği, evinden yurdundan edildiği, kadınların kızların ırzlarına geçildiği, aç bırakıldığı, insanların açlıktan öldüğü haber bültenlerine yansıyor. Yansıyor da ne oluyor dersiniz? İnsanların kalbi rikkatini kaybetmiş; her birinin birçok bahanesi var. Araştırma, okuma, karşısındakini dinleme, onu anlama gibi bir derdi yok onun. Herkes kör bir bakışın, cehaletin, aymazlığın kurbanı olmuş. Maddi menfaatleri, manevi kazanımlarının önüne geçmiş!..

     

    Stefan Zweig insanı anlama ve anlamdırma noktasında ne güzel söyler: İçte tutulan gözyaşları akıtılanlardan daha acıtıcıdır.” İnsan, bütün duygu ve düşüncesini ortaya koyamaz. Kelimeler ile duygu arasındaki dengesizlik açısından bu mümkün değildir zaten. İnsan öyle dertlere giriftar olur ki ağlar, ağlar, ağlar da an gelir ağlayamaz olur. İşte o an insan, gözyaşlarını hep içine akıtmaya başlamıştır.

     

    Ali Şeriati deİnsan, insan olma merhalesine yaklaştıkça yalnızlaşır.” diyerek düşünen , kendisini keşfeden insanın çok az oluşu itibariyle bir yalnızlığa düştüğünü söyler. Bir de hâlden anlamazlar arasında ise bu yalnızlık katmerleşerek artar!İşte  tam da bu noktada şair Murathan Mungan devreye girer ve şöyle der: “Söylenecek sözün çokluğu bazen insanı dilsiz bırakır. Tıkanır kalırsınız. Haklılığın suskunluğu diğer suskunluklara benzemez.” Evet, insan çok şeyi söylemek ister ama muhataplarının onu anlaması imkânsızdır. Böylesi durumlarda söz söylemenin de bir kıymeti yoktur. İnsan o an herkese “Suskunluğum, haksızlığımdan değildir!” diyerek avazı çıktığı kadar haykırmak ister.

     

    Cemil Meriç’e göre insan, sevilmek için yaratılmıştır ama o sevgisini başka yöne harcadığı için dünyadaki kaosun sebebi olmuştur: “İnsanlar sevilmek için yaratıldılar, eşyalar ise kullanılmak için. Dünyadaki kaosun nedeni, eşyaların sevilmesi ve insanların kullanılmasıdır.”Burada, eşya kelimesine “sistem”, “devlet” gibi anlamlar yüklemek mümkündür. Böyle durumlarda asıl amaç yön değiştirerek devletin varlığı öncelenmektedir. Bu  da zaman zaman bireyin hakkının yenmesine, huzur edilmesine yol açmaktadır.

     

    İçinde bulunduğumuz haftada yer alan Dünya İnsan Hakları Günü’nde(10 Aralık) insan için son olarak şöyle diyelim: Öyle bir sistem geliştirilmeli ki devlet de yaşasın, insan da. Devlet,  insanı yaşatmak için var olsun, insan da devletine zarar vermesin. Evet, söylenmesi gerekeni Şeyh Edebalı söylemiş zaten:

     

    “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!”

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.