Toplum olarak onu önce aklımızdan ve gönlümüzden çıkardık; o da bir daha geri gelmemecesine çekilip gitti hayatımızdan arkada hiçbir zaman doldurulamayacak kadar geniş boşluklar bırakarak. Ama biz bilmedik, bilemedik. Başka başka şeylerle doldurmaya çalıştık oraları; aslında doldurduğumuzu zannettik. Ora hep boş kaldı, fakat biz o boşlukları görmedik, göremedik… ve hayatımızın hiçbir yanında yöresinde, önünde arkasında yok artık o.
Her bireri bizim için yedi yüz başak veren bir buğday tarlamızdı onun; bilemedik. O, bereket bereket süslendiğimiz gönül ovamızdı; dostlukları, kardeşlikleri, arkadaşlıkları fide fide büyüttüğümüz… Kardeşlik, barış ve sevgi türkülerini özgürce haykırdığımız, çığırdığımız yalçın kayalıklarımız, dağlarımız, zirvelerimizdi seslerimizin yankısını duyduğumuz. Susadıkça susuzluğumuzu gideren, kalbimizi, bedenimizi besleyen bir şifa ve bengisu kaynağımızdı.
Karanlık gecelerde parlayan dolunayımız; yolumuzu, yönümüzü kaybettiğimizde yön bulucumuz, kutup yıldızımızdı. Ufkumuzun enginlerine, hayal gemimizle açıldığımızda bir deniz fenerimizdi. İçinden bir türlü çıkamadığımız devasa sorunlarla karşı karşıya kaldığımızda, meselelerimizin hâlledicisi “Dede Korkut”umuzdu o. Geçen asırların bütün değerli beyinlerinin bir araya geldiği çözüm meclisimizdi, ortak aklımızdı, meşveret sahamızdı. Hani derler ya akıllı, Allah’ın verdiği akıl nimetini iyi kullanandır; en akıllı olan ise başkalarının aklından en iyi istifade edendir diye. Oysaki onunla, dünyanın en akıllı insanları olmaya adaydık… Yok, işte şimdi o yok; çekilip gitti hayatımızdan, arkasına bile bakmadan…
Yokluğunda öksüz ve yetim kalmış yoksul ve çaresiz çocuklar gibiyiz ama yoksul ve çaresiz kaldığımızın bir türlü farkında değiliz. Farkında değiliz, nelerden mahrum kaldıklarımızın, nelere ihtiyaç duyduğumuzun ve muhtaç olduğumuzun. Bir damlasını içebilseydik o berrak kaynak sularından; bize bir deniz suyu gibi kesmeyecekti hararetimizi, susuzluğumuzu… İçtikçe içecektik, doyma nedir bilmeyecektik. Bilmedik o bitip tükenmez kaynağa erişince neleri elde edebileceğimizi ve bilmediğimiz için de onu hayatımızdan çıkarmakla nelerden mahrum bıkıldığımızı bilmiyoruz … Bilmediğimiz için de cehaletin devasa dalgalı denizlerinde paramparça olmuş, rotasını kaybetmiş gemilerimizle dalgalardan dalgalara savruldukça savruluyoruz.
Onu çekip çıkarınca hayatımızdan, rahmet olabilecekken bizi ölümlerden ölümlere gark eden tufanlar yaşıyoruz. Tufanlar ki ilahî ikazlara uymayanların kendilerine isabet ettiği büyük bir belâdır, cezası acilen verilen.
Dört bir köşesi yeşilin bin bir tonuyla, renk cümbüşleriyle donanmış renkler panayırının kurulduğu, dünyanın en güzel sesli kuşların oluşturduğu kuşlar korosunun bu yemyeşil ormanda verdiği kardeşlik senfonisini bir hamlede son vermekti onun hayatımızdan çıkışı; bilemedik. Bugün bizler, onun yokluğunda onun yerini asla tutamayacak sanal ortamlarda gezip dolaşıyoruz. Yalancı şafaklara inandığımız, Mevlâna gibi yalan haberlerine bile en kıymetli elbiselerimizi verdiğimiz gibi onun “sanal”larına bile can kurban, diyoruz. Ve onun için bu da elbette hiç yoktan iyidir, diyoruz. Evet, hiç, yoktan iyidir. Hani Üstat Mehmet Akif Ersoy, o dertli sine, ne demişti? Dertlerine çare olması için değil, derdini anlattığı zaman dinleyebilecek bir vefadârı bulamamanın ıstırabı içerisinde iki büklüm olmuş “Bari, yok der sadâ yok mu?” deyip inlemişti!..
Hayatımızdan çekip çıkardığımız, bir sabah ansızın gider gibi çekip giden kitaplarımızdı, kitaplardı. Kitaplarının gidişiyle birlikte evimizin en mutena köşelerini onlara ayırdığımız o nadide mekânlar, ayrıcalıklı nesneler, kitaplar yuvamızda meskûn değil artık.
Bir hüzün ve ayrılık havasıyla gam üstüne gam yaşıyor neslimiz. Ama yaşadığı bu gam ve kederin kitapsızlıktan, kütüphanesizlikten olduğunu bilmiyor. Bilemiyor, bilseydi Konfüçyüs gibi diyecekti “Tanrım, bana kitap dolu bir ev, çiçek dolu bir bahçe ver." ama diyemiyor işte. Çünkü, kitabın ve çiçeğin aklımızı, kalbimizi ve ruhumuzu ne denli beslediğini bilmiyor. Bilmediği gibi araştırmıyor da. Atalarımızın “Bilse sorar, bilmez ki sorsun; sorsa bilir, sormaz ki bilsin.” dediğini de bilmiyorlar. Aramayan, arama iradesini ortaya koymayan neyi bulacak ki!.. Bulsa bulsa belâsını bulur.
Aklımızdan ve kalbimizden kitapları en hafif ifadesiyle “kovduk”. Kitap çıkınca hayatımızdan kitaplıklar, kütüphaneler de çekip gitti dünyalarımızdan; ihtiyaçlarımız arasında onlar çoktandır yer almaz oldu. Mobilya üreticileri de bunu üretmeyeli, dolayısıyla da üretim dosyalarında bu tür ürünlere yer vermeyeli yıllar oldu. İnsanımız kitaplara inandığı hâlde evlerini kitapsız bıraktı. İnandığı dininin ilk emrinin “Oku!” olduğunu bildiği hâlde okuma eylemini, emrini yerine getirebilecek nesnelerden, araç gereçlerden uzak kaldı, uzaklaşmayı yeğledi. Yok artık evlerimizde kitaplar ve onların nazlı, sessiz ve alabildiğine kuşatılamaz genişlikteki dünyalarının sergilendiği kitaplıklar, kütüphaneler…
Kütüphaneler Haftası’nı kutluyoruz; bunun için meydanlara iniyoruz, birkaç dakikalığına kitap okuyoruz kitabın önemine dikkat çekmek için. Kitap günümüz insanının dikkatinden çıkmış ve o kadar da uzaklaşmış ki!.. Bu konuda herkes kendini sorgulamalı. Okullarda öğrenciler ve öğretmenler, herkes kendisini sorgulamalı, sorgulayalım hepimiz; kitaplarla ne kadar iç içeyiz? Hayatımızın bir anında, bir yerinde adı geçiyor mu kitapların, eskilerin ifadesiyle “esamesi” okunuyor mu?
Yepyeni ve apaydınlık bir dünya kurmak için kitapları hayatımıza çağırmalıyız yeniden. Yeniden iç içe olmalıyız kitaplarla ki geleceğimiz aydın olsun. Bilgilerimizi artırdıkça artıralım; okumanın, bilgi edinmenin, yeni yeni gelişmelere imza atmanın sevinciyle coşalım…
Gelişen teknolojiyle birlikte elektronik kitaplar, tabletler, elektronik kitap okuyucu araç gereçleriyle de olsa kitapla haşır neşir olalım; olmalıyız ve olmak zorundayız. Yoksa hazır yiyicilik bizi bir yere kadar götürür. Ötesi... ötesi yok. Okumazsak, kitaplarla buluşmazsak, hayatımızın en mutena köşelerinde kitaplara yer vermezsek yok olup gideriz.
Evet, geleceğin apaydınlık dünyasına yol almak, bilgi, ahlâk ve insanî değerlerle yepyeni bir dünya inşa etmek için kitabın sırlı dünyalarına her daim yolculuğa çıkmalıyız. Bu yolculuk, bizim insan olarak var oluşumuzu da sağlayacaktır. Okumak insani bir eylemdir çünkü. Çünkü “İnsan okur.” Rabbimden dileğim “Çiçek dolu bir bahçem, kitaplarla dolu bir evim olsun.”. Binler şükür, ikincisini veren Rabbim, birincisini de verecektir. Her şeyin hayırlısını ancak O bilir. Vesselam.
Not: Bütün okuyucularımızın ve İslam âleminin “Üç Ayları” ve Regaib Kandili mübarek olsun.