Eskiler her şey zıddıyla bilinir demişler; el hâk doğru söylemişler. Gece olmasaydı gündüzün, gündüz olmasaydı dinlenme için üzerimize serilen bir örtü mesabesindeki gecenin farkını ve kıymetini nasıl anlayabilecektik?
Baharın güzelliğini bir bakıma onun yokluğunda, kış mevsiminde yahut hazanda daha iyi anlamıyor muyuz? Toprağın altından beyazımsı yeşil başlarıyla bu dünyaya “Merhaba!” diyen yeni hayatların insana bir heyecan vermemesi mümkün mü? Bir kış boyu ceset hükmünde görünen, âdeta bir kereste adayı, bir odun namzedi olan ağaçların, dalların baharla birlikte renkler orkestrasının bir parçası olarak yeryüzünde boy göstermesi, taze yeşillerle donanması, kuşların, kelebeklerin, arıların, böceklerin bir oraya bir buraya uçmaları, koşuşturmaları; bütün bu hareketlilik insan olana, yaşama sevincini yüreğinde barındıran bir kimseye nasıl heyecan vermez ki!..
İşte insanoğlunun dünya hayatı da böyle; bir dönem geliyor kışlardan bir kış, insanı ayazlarda tir tir titreten… bir dönem de geliyor ki değerleri, güzellikleri hazan rüzgârlarının acımasızlığıyla yerinden söküp atan, yokluğa sürükleyen.. bir dönem de geliyor ki yeni yeni boy atmış, filizlenmeye, çiçeğe durmuş tomurcukların kırağı kılıçlarıyla, don saldırılarıyla paramparça edilmesi, yokluğa sürgün edilmesi söz konusu oluyor.. Bir dönem de geliyor ki dünyamızı alabildiğine aydınlatan, aydınlardan aydın eden ışık kaynakları karabulutlarla kesilip insanlara ve dünyaya karanlıklar çağı yaşatılıyor… İşte böyle bir dünyada insan, yalancı şafak emarelerini arıyor; bu arayışları neticesinde karşılarına çıkan ateşböceklerini -gerçek ateş böceklerinin bir kusuru, suçu yok- güçlü bir ışık kaynağı bulmuşçasına sahipleniyor, onun istikametinde gidiyor. Tabii bu durum bütün kâinatı yaratan Rabbimizden bir inayet, bir yardım gelinceye kadar böyle devam edip gidiyor...
Zulmet üstüne zulmet, zulüm üstüne zulüm devam ederken insanlığın üzerine bir ışık doğuyor ki söndürülmesi asla mümkün olmayan bir ışık… O Işık öncesini Mehmet Akif Ersoy üstadımız “Bir Gece” şiirinde şöyle dile getiriyor:
“On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi!”
Evet, insanoğlu O’nu (sallallahu aleyhi vesellem) bekliyordu; çünkü zulmetler içerinde idi; yığın yığın meseleler karşısında ne yapacağını bilemez olmuş, üst üste biriken problemlere çare üretemez duruma düşmüştü. İşte böyle zulmetler, koyu kopkoyu karanlıklar deryasında yüzerken “ayın on dördü” “Yetimler Yetimi” (s.a.v.) çıkıverince karşılarına, kâinat ve bütün varlıklar âleminin yaratılma zamanından beri en güçlü ışık bu âleme doğuvermişti işte. Işık, karanlığı ve bütün karanlıkları boğmuş, yeryüzü aydınlardan daha aydın oluvermişti işte. Bu aydınlık, sadece yeryüzüyle sınırlı kalmamış, iradeler, akıllar, kalpler de bir bir aydınlanmıştı; aydınlanma ne kelime; münevver olmuş, nurlara gark olmuştu.
İnsanlık nurlara nasıl gark olmasındı ki! O gelmeden sadece güçlülerin hakkını aldığı, “dişsiz” insanların haklarının gasp edildiği, yok sayıldığı, anarşinin bütün bütün kasıp kavurduğu bir dönem yaşanıyordu. O dönemde zahiren ilim, söz, okuma, yazma, yazı, edebiyat, sanat çok ileri gitmiş olsa bile Allah’ın varlığı ve birliği bilinmediği, asıl bilinmesi gerekenler bilinmediği, gerçeklerin yok sayılarak inkâr edildiği bir dönem olduğu için bu dönem “cahiliye dönemi” olarak adlandırılmıştı. İnsanoğlu gerçekten karanlıklara, zulmetlere, zulümlere düçâr olmuştu. Zayıflar, güçsüzler, çevresi olmayanlar türlü haksızlıklara ve eziyetlere maruz bırakılmıştı. İşte, böyle bir dönemden sonra her şeyi hikmetle yaratan Allah, o biricik kuluna, “Seni yaratmasaydım âlemleri yaratmazdım.” diye medheylediği “Habibi”ne vazifesini hatırlatan ilk emrini Cebrail (aleyhisselam) aracılığıyla bildiriyordu: “OKU!”.
“Oku!” emri ile vazifeli kılındığı apaçık ortadaydı. Ancak ne okunacaktı? Okumak fiili sadece bir yazıdaki şifreyi çözmek anlamına gelmiyor, aynı zamanda “Davet et!” anlamı taşıyordu. Onun daveti ile “Başlarda gezen kanlı ayaklar suya eriyor.” Zulümden zulmetten ve zulmetmekten kurtuluyor, bir karıncayı dahi incitmez hâle geliyordu. Bu vazifeli kılınış sonrasını Mehmet Akif Ersoy üstadımız, şiirin devamında şöyle dillendiriyor:
“Bir nefhada kurtardı insanlığı o ma'sum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl akılına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti, evet, Şer'-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sâhipse, onun vergisidir hep;
Medyûn ona cem'iyyeti, medyûn ona ferdi.
Medyûndur o ma'sûma bütün bir beşeriyyet...
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.
Evet. Onun gelişi âlemlere rahmetti, sadece ve sadece insanlara ve dünyaya değil; bütün âlemlere. Ona gelen, Onun ümmetine de gelmiş demektir. Ona ilk emir olarak “Oku!” denmişse, bu aynı zamanda Ümmet-i Muhammed’e de denmiştir. O hâlde Allah’ın kulları ve Hz. Muhammed’in ümmeti olarak bizler de hem kâinatı, olayları ve yazılı olanları, hayatı okumak bizim aslî vazifemiz olmalı. Hani Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de “Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz.”, “İlim Çin’de de olsa arayınız.”, “Hikmet, değerli bilgiler müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir.” buyurmamışlar mıydı? O hâlde, bize yazılı olanı veya olmayanı okumak, düşünmek ve doğru değerlendirip isabetli kararlar vermek düşer. Onun ümmetine yakışan da böyle bir davranıştır.
O kutlu Nebi’nin gelmesiyle Hira Nur Dağı’ndan doğan İslam güneşi ile insanlık cehaletin kopkoyu karanlığından sıyrılıp apaydınlık bir dünyaya kapı aralamıştır. O kapıdan okuyan, düşünen ve sonrasında da gerçeğe, hakikate ulaşan insanlar sonsuz bir hayatı elde etmenin mutluluğunu yaşamaktadır. Bu talihli kimseler, bu dünya hayatında bazı sıkıntılara maruz kalsalar da onun bir imtihan olduğunun şuuru içerisindedirler. Evet, akıl ve kalpleri vahyin aydınlığa uyanan kimseler İbrahim Tennurî Hazretleri gibi der:
“Gelse celâlinden cefa
Yahut cemalinden vefa
İkisi de câna safa
Kahrın da hoş lütfun da hoş!”
Üstad Necip Fazıl Kısakürek, “Çöle İnen Nur” adlı eserinde Hz. Peygamber için “Gaye İnsan, Ufuk Peygamber” diyerek medh ü sena eder. Hitaplarında çoğu kez bu ifadeyi kullanır o. Onun ümmeti olan bizler gerçekten onun dizinde ve onun izinde olabilseydik, daim hakkı bilir, hakkı söylerdik. Çünkü o, hak ve hakikati haykırmaktan başka bir şey söylemedi.
Hasılı madem ki İslâm gibi hem fıtrî hem de evrensel mesajı alanlar arasında yer alma nimetini Rabbim bizlere nasip eylemiş, o hâlde onun gereğini yerine getirelim. Onun gereği nedir? Onun gereği, yaşanan olayları yakından ve yerinde okuma, yaşadıklarımızdan hareketle yaşanacakları öngörü biçiminde okuma, geçmişi de eleştirel bir okuma ile vahiyle gelen oku emrinin aydınlığında yol almaya devam edelim. Bu apaydınlık yolda yürümeye devam edersek, yolumuz hiçbir zaman sarpa sarmaz, kararıp kalmaz, düz yolda Allah’ın izni ile şaşırmayız.
Allah cümlemizi istikametinden ayırmasın ve razı olacağı kullar arasına cümlemizi dahil eylesin. Amin!