“Düzeyli sayılabilecek bir televizyon kanalında sanat programı yapan biri. Laf arasında Abidin Dino'dan söz edecek. Öyle bir ‘‘Abidin’’ deyişi var ki, neredeyse ‘‘abidikgubidik’’ gibi; a'sı öylesine kısa ve keskin. A'ların üzerine, elbette yanlış bir kararla, inceltme ve uzatma işareti konmamaya başlanalı yanlış okuyup söyleyişten geçilmiyor.”
Hukukçu, siyasetçi ve gazetecilik gibi mümtaz vasıflarıyla temayüz etmiş Mümtaz Soysal,iki binli yılların başında böyle şikâyet ediyor. Aslında imlâ ya da yazım konusunda şikâyet etmeyen yok gibi. Çünkü bu konuda bir birbiriyle yüz seksen derece zıt kararlara imza atıldı ki sormayın. Eğitim öğretim süreler içinde Türkçe ve edebiyat öğretmenlerinin anlatmada en çok zorlandıkları konu noktalama ve yazım konusudur. Çünkü onlar, bilgilerini tazeleme konusunda TDK’nin hızına(!) ayak uydurmada biraz yaya kaldılar!
Yıllardır tartışılan ama bir türlü hâlledilemeyenyazım konusuyla ilgili olarak K24 sitesi yazarları Ümit Kıvanç, Atilla Birikiye, Feyza Hepçilingirler ve Murat Yalçın güzel bir dosya çalışması yapmışlar. Bu yazıların her birinin konunun ilgililerince mutlaka irdelenerek okunmalı. İsteyenler, detaylarını oradan okuyabilir. (http://t24.com.tr/k24 )
Öteden beri hemen hemen bütün dilcilerin kabul ettikleri genel bir kanı vardır: Dil canlı bir varlıktır. Buna ben de katılıyorum. Canlı varlıklar kendi doğal ortamları içerisinde hayatiyetini devam ettirdikleri ölçüde kendisi olabilmektedir. Dışarıdan yapılan müdahaleler onun içinden çıkılamaz sıkıntılarla baş başa kalmasına sebebiyet vermektedir.
Türkler, İslâmiyet’i kabul etmeden önce dillerinde başka dillerden geçen kelime sayısı elbette bugünlere göre daha az idi. İslâmiyet’le birlikte Arapça ve Farsçadan, Tanzimat’la birlikte Batı dillerinden ciddi oranda kelime ithalatını gerçekleştirdik. Hem alfabe yahut abece değişikliğinin hem de kültür ve coğrafya değişikliklerinin dilde birtakım etkileşimlerin yaşanmasına sebebiyet vermesi normal ve doğal kabul edilir. Su, mecrasında aktığında hiçbir sıkıntı olmaz. Ne zaman ki suyun mecrasını zorla değiştirmeye kalkarsanız ortada birtakım sıkıntıların yaşanması kaçınılmazdır.
Karahanlılar, Selçuklular derken Osmanlı Devleti dönemlerinde zirveye ulaşan Arapça ve Farsçanın Türkçemize etkisi ister istemez bu dillerden dilimize geçen kelimelerin oranını artırdı.
Dil zaman gibidir boşluk tanımaz; boş bırakılan alan hemen doldurulur. Bir kelimenin yerine başka bir kelimeyi kullandığınızda ister istemez o kelimeyi bir kenara bırakmışsınız demektir. Bu tercihler Arapça ve Farsça kökenli belli kelimelerde yoğunlaşınca Türkçe kelimeler de kullanım dışı kalarak zamanla unutulmaya sevk edilmiştir.
Divan edebiyatı döneminde buna tepki olarak Türki-i Basit, Mahallîleşmegibi bazı akımlarortaya çıkmışsa da bunlar yeterli derecede etkili olamamışlardır.
Tanzimat’la birlikte toplumla iletişime geçmenin bir yolu olarak gazete ve tiyatronun yaygınlaşması dilde sadeleşme çalışmalarının hız kazanmasına sebep olmuştur. Toplumun anlayamayacağı bir dili kullanan gazete okunmayacak, okunmayınca satılamayacak, satılmayınca da ekonomik bakımından da çöküşe gidecektir. Tiyatro meselesine de aynı mantıkla bakılabilir.
Dil ile ilgili çalışmalar Tanzimat yıllarında Batıdan yapılan çeviriler, Türkçe üzerine yazılan makaleler, kitaplar ile devam edilmiştir. Bunların hepsini tek tek burada anlatmamız elbette bir yazının işi değildir.
1911 yılında Millî Edebiyat Dönemi sanatçılarından Ziya Gökalp, Ali Canip Yöntem ve Ömer SeyfettinGenç Kalemler dergisinde Yeni Lisan adıyla bir makaleye imza attılar. Bu makalenin Türkiye Türkçesinin şekillenmesinde etkisi büyüktür. Buna göre “Millî bir edebiyat millî bir dille yaratılabilir." görüşünü ortaya atıp, Türkçenin sadeleşmesi için şu ilkeleri kabul ve ilân etmişlerdir:
1- Arapça ve Farsça gramer kurallarının kullanılmaması, bu kurallarla yapılan terkiplerin kaldırılması,
2- Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçede söylendikleri gibi yazılması,
3- Başka Türk Lehçelerinden kelimeler alınmaması,
4- İstanbul konuşması esas alınarak yeni bir yazı dilinin meydana getirilmesi,
5- Dil ve edebiyatın doğu-batı taklitçiliğinden kurtarılması,
İşin kelime boyutu bir yana, alfabe boyutu ve alfabeyle birlikte imlâ boyutu başlı başına bir problem olarak elimizde bulunmaktadır.
Arap kökenli Türk alfabesini kullandığımızda yaşanan yazım problemi pek çoktu. Türkçe kelimelerdeki ünlüleri hareke ile mi gösterelim, yoksa elif, vav ve ye ile mi gösterelim; hangisinde bunları kullanalım, hangisinde kullanmayalım vb. bir dünya tartışma konusu. Bunların tartışılması alfabe değişikliğine gittiğimiz 1928 yılına kadar sürdü gitti.
Latin Kökenli modern Türk alfabesini 1 Kasım 1928 yılında 1353 sayılı"Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun"lakabul ettikten sonra dil üzerinde meydana gelen tartışmalar farklı bir boyut kazandı. Atatürk’ün önderliğinde dil çalışmalarına ağırlık verilmesi hatta bunun kurumsal düzeyde yapılması için "Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” amacıyla 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu.
Cemiyetin kurucuları arasında SâmihRif'at, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri vardır. Cemiyet, 26 Eylül 1932 tarihinde 1.Türk Dili Kurultayı’nı toplamış ve bu kurultaylarda “hem Kurumun yönetim organları seçilmiş, hem dil siyaseti belirlenmiş, hem de ilmî bildiriler sunulup tartışılmıştır.” 26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan Birinci Türk Dili Kurultayı sonunda Kurumun "Lügat-Istılah, Gramer-Sentaks, Derleme, Lenguistik-Filoloji, Etimoloji, Yayın" adları ile altı kol hâlinde çalışmalarını sürdürmesi kabul edilmiştir. 1934'te yapılan kurultayda Cemiyetin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu; 1936'daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu olmuştur. (www.tdk.gov.tr)
Genel bir giriş yaparak ele almaya çalıştığımız bu konuya, önümüzdeki hafta devam edeceğiz. İlgili bağlantılardaki yazıların da okunmuş olması konunun anlaşılmasını sağlayacaktır. Sağlıcakla kalın.