|   | 
  • Nurettin Bilgen

    ŞEHİRLERİMİZ VE KAYBOLAN RUH II

    Selamların en güzeliyle, kıymetli dostlarım! Geçen haftaki yazımızda, sizlere yeni bir kavramdan söz etmiştim; bu, “şehirlerin ruhu” kavramıydı. Şehirler günümüzün en büyük canlı yaşam kümeleridir.

     

    8 milyara ulaşan dünya nüfusunun yaklaşık 6 milyar kişisi şehirlerde ve varoşlarında kümelenmiştir. Ancak modern anlamda ve sağlıklı şehirleşme gerçekleşemediği için en büyük sorunlar şehirlerde ve yakın çevrelerinde ortaya çıkmıştır. Hava kirliliği, toprak kirliliği, su kirliliği, gürültü kirliliği gibi önemli kirlenmeler yanında çarpık kentleşme ve altyapı yetersizliği, sağlık ve eğitim kurumları yetersizliği, trafik sorunları ve ulaşım araçları yetersizliği hızla artarak sorunlar yumağını iyice büyütmüştür. Bu sorunlar şehirlerde yaşam konforunu düşürmüş ve beraberinde sosyo-ekonomik ve psikolojik sorunları da hızla yaymış ve yaygınlaştırmıştır. Şehirlerde gasp, cinayet, hırsızlık, mala ve cana kast olayları yanında siyasal kaoslar da ortaya çıkmıştır. Bu durum bayındır olması gereken şehirlerde müreffeh ve konforlu yaşam sağlayamamış ve âdeta şehirlerin ruhu ölmüştür.

     

    Şehirde yaşayan insanlar okumuş, kültürlü ve sorumluluk bilincinde olan insanlar olmak durumundadır. Burada, sizlere 1990’ların başında, İstanbul’un varoşları durumundaki bir semtte oturmakta olduğum sitede, komşularımla yaşadığım ilginç bir anımı anlatayım: “Maddi durumun ancak elvermesi sebebiyle görev yaptığım ortaokul ve liseye hayli uzakta bir daire kiralayabildim. Oturduğum daire de oldukça küçük idi ve binanın giriş katında yer alıyordu. Üst katımızda okula giden bir kız ve bir erkek çocuğu olan hanımefendi ve kayınvalidesi oturuyordu. Akşama oldukça yorulmuş hâlde eve geldiğim zaman üst komşumuzun çocukları o zaman yaygın olan meşhur kabinli müzik setlerinin sesini iyice açarak ortalığı gürültüye boğuyorlardı. Hâliyle o gürültüyü ben de dinlemek zorunda kaldığımdan bir türlü dinlenemiyordum. Bu, uzun bir süre böyle sürüp gitti, çekilmez hâle gelince “Bunu annelerine söylemeliyim!” dedim. Bir gün merdivenlerde anneleri ile karşılaşıp selamlaştık ve hâl hatır sorduktan sonra “Yenge, bazen alt katta evimizden müzik setini açıyorum, sesini de açıyorum, umarım rahatsız olmuyorsunuzdur!” dedim. O tebessüm ederek “Hayır hocam!” dedi ama o da şifreyi anlamıştı. O günden sonra onların müzik seti de yüksek sesle açılmadı. Tayinimiz çıkıp başka şehre bizi uğurlayan komşularımızın da bizim de gözlerimiz yaşarmış, ağlamaklıydık. Medenice yaşamış ve komşuluk ilişkilerine dikkat etmiştik.

     

    Bundan 50 yıl kadar önce, ormanlarla kaplı Uludağ’ın eteklerinde ve çok verimli dağ eteği, ovaları olan Nilüfer, Bursa ve Kestel ovalarının güney kenarında “Yeşil Bursa” adıyla anılan şehrimiz bugün o eski güzelliğini yitirerek; orman alanları ve yeşil tarım alanlarının hızla işgali sonucunda ruhunu da yitirmiştir. Bursa, Manisa, İstanbul, Ankara, Konya ve onlarca şehrimizde olduğu dünyanın birçok kıtasında ve ülkesinde de şehirleşmeler sorunlarla beraber günümüze gelmişlerdir.

     

    İbni Haldun “İnsanlar ya medenidir ya da bedevidir.” sözünü söylerken salt ve düz bir anlam kastetmemişti elbette; sosyolojik olarak kırsal nüfus ile şehir nüfusunu ayırmak için böyle bir ifade kullanmıştı. Ancak şehirlerde yaşayan herkes medeni, uygar ve müreffeh olamadığı gibi, köylerde yaşayanlar da tamamen mahrumiyet içinde bir yaşam sürmediler.1950’lerden sonra ülkemizde ve dünyada yollar nitelik ve nicelik olarak gelişti. Kırsal alanlar şehirlere, şehirler dünyaya bağlandı. Traktör, radyo ve televizyon kırsal alanlarda en büyük devrimdi. Ardından “küreselleşme olgusu” ile dünya âdeta küçük bir köy hâline geldi.

     

    Müslüman bilim adamları şehir merkezi ve banliyölerin nüfuslarının 30’ar bin olarak planlanması gerektiğini öngörürken, Avrupalı bilim adamları da modern bir şehir: Londra ve Paris modellerinde olduğu gibi merkezde resmi binalar, yanında geniş parklar eğitim kurumları devamında ise ticaret mekanları ve en geride banliyö yerleşmeleri olmalıdır demişlerdir. Cumhuriyet Dönemi’nde Aydın’da bu fikirden yola çıkılarak bir model yerleşme ortaya konmaya çalışılmıştır. Aydın ili, Sultanhisar ilçesi, Atça beldesi (eskiden 1996’ya kadar nahiye-bucak merkezi idi) bu şekilde düzenli bir şehir çekirdeği oluşturmuş örnek bir yerleşmedir.

     

    Günümüzde, şehirleri yaşanabilir kılmak ve ruhunu dinç tutmak, yaşatmak ve öldürmemek için şehirli nüfusun eğitimli ve sorumluluk bilincinde olanlardan olması gerekir. Ayrıca şehir yöneticileri yani belediye yöneticilerinin de hem teknik bilgi ve beceri yani mühendislik donanıma sahip olmaları gerekir hem de sosyolojiden iyi anlayan ve kültürel yönden donanımlı kişiler olmalıdır.

    ***

    Yolumuz Fas’ta

     

    Yine Fasta’yız! Bir gün Tanca’da akşam saatlerinde Türkiye’den bir tanıdığım aradı; telefonu açsam ona maliyeti fazla olacak, açmasam nezaketsizlik olacak derken telefonu açtım ve hızla “Fas’tayım!” dedim; o da “Geçmiş olsun, neyin var?” dedi ve konuşma yine uzadı. Bu Türkçemizdeki “hastayım” kelimesi ile hoş bir benzerlik idi!

     

    Bu gün sabah Fransızca hocamla sabah dokuzda başladığımız Fransızca kursum yine çok verimli geçti ve saat on ikiye gelince kursumuz bitti. Biz onunla ve bir günlüğüne Tetuan şehrine gideceğiz. M. Laoar Hoca bu şehirde de bir okulda hafta da bir gün ders veriyordu.

     

    Tanca’ya 62 km. uzaklıkta ve Fas’ın kuzeyinde yer alan önemli bir eğitim, kültür, tarım ve turizm şehri olan Tetuan (Su Gözü) şehrine gidelim. Tetuan, nüfusu 380 bin kadar olan bu güzel şehir Akdeniz kıyısındaki Hauz Dağı ile daha güneyde Atlas sıradağlarının kuzey eteklerinde yer alan Kelti Dağı arasında hafif eğimli bir vadide kurulmuştu. İklimi Akdeniz iklimi olup tropikal meyve ve sebzeler de yetiştirilebilmektedir.

     

    Öğle yemeğinden sonra hemen yola koyulduk. Etrafı çam ormanları ile kaplı yollardan geçerken modern otoyol inşaatlarına da denk geldik, bu inşaatları Türkiyeli firmalar yapıyor deyince ben çok mutlu oldum. Yol, medeniyet yolsuzluk ise gayrı medeniyet idi. Bir saat sonra Tetuan’a geldik. Öncelikle Laoar Hoca beni kendi çalıştığı okula getirip, idareci ve öğretmenlerle tanıştırdı. Müdür Bey ve öğretmenler bana çok ilgi gösterdiler. Ferid El Ensari’nin bu konuda birinci eseri olan Âhir Fursan (birincisi Son Atlı, ikinci eseri Avdetü’l- Fursan (Atlının Dönüşü)) adıyla Arapça bir roman bir hediye ettiler. Ardından da yöresel tatlı ve içeceklerden ikram ettiler. Arkasından da öğretmenlerden birisinin cenaze töreni için Tetuan’ın kuzeyindeki şehir mezarlığına cenaze törenine katıldık.

     

    Sıra, Tetuan şehrini gezmeye gelmişti. Modern caddelerde, sanat eserleri ve abidelerle kaplanmış merkezlerde gezerken vakit çabucak geçiyordu. Bir ara ben “Burada hangi üniversite var?” diye sordum; o da bana “Abdulmelik Esâdî Üniversitesi” var, dedi. Oraya gidip Coğrafya Hocalarıyla tanışmak istediğimi söyledim. Doğruca Üniversitenin modern binalarının bulunduğu Kampüse gittik. Oraya varınca Edebiyat ve Beşeri Bilimler Fakültesi Dekanının odasına çıktık. Kısa bir tanışmanın ardından bize fakülte ve üniversite broşürlerinden verdi. Sonra bizi Edebiyat bölümünden Profesör Cafer ve Coğrafya Bölümünden Profesör Muhammet Yu’bi ile tanıştırdı. Ben de coğrafyacı olduğum için kendileri ile hemen kaynaştım. İkisi Türkiye’ye gelmiş ve Türk Halkını ve Türkiye’yi çok seviyorlardı. Üniversite’den ayrılmadan önce Profesör  Yu’bi  yakınlarda yer alan villasına davet etti. Evine vardığımızda bizi babası ve eşi karşıladı. Ardından çok güzel bir çay, kahve ve tatlı ikramı eşliğinde koyu bir sohbet ettik. Vakit bir hayli geç olup akşama yaklaşınca izin alıp tekrar yola çıktık. Ben de M. Laoar’a “Dönüşte, aynı yoldan gitmesek, sahilden gitsek olur mu?” dedim. O da “Tabii ki olur.” deyip arabayı kuzeye doğru, gür ormanların arasında uzayan yoldan Akdeniz ‘sahili’ne doğru sürdü. Burada Tetuan Körfezi kıyısında Martil tatil kasabası vardı. Bir süre Martil şehri ve sahilini dolaşıp batıya doğru yöneldik. Bir süre yol aldıktan sonra Mezele yakınlarına gelince yolun sağ tarafında CETUA-SEPTE gözüktü. Burası stratejik bir nokta olup İspanyol toprağı olarak kalan bir üs gibiydi. Burada hava karardığı için durmaksızın Tanca’daki konutuma geri döndük.

     

    Haftaya, kısmetse, Tanca’da tembeller duvarında, Casa Parata’da (Halk Pazarı) ve Menara (Deniz Feneri) da ve Herkûl Mağarası’nda tekrar beraber olacağız, şimdilik hoşça kalın.

    ***

     

    Duyarlılık arttıkça acının yoğunluğu da artar!..

                                       Leonardo Da Vinci

Kar360.com Kayseri-Trkiye ve Dnya gndemini takip edebileceiniz, nteraktif bir haber sitesidir. Yazlm ve Tasarm hizmeti www.tahamedya.com tarafndan yaplmtr.