Hayatımız, bütün yönleri bir kutunun içerisinde, ışıksız bir dünyada geçecek şekilde tanzim edilseydi, ışıkla birlikte aydınlık bir dünyanın güzelliklerini görmekten mahrum olduğumuz da bildirilseydi çetin bir azap içerisinde bir ömür sürerdik herhâlde.
Yüce Yaratıcı; katında ve varlıklar içerisinde ayrı bir konuma sahip olan insana apayrı güzellikler, nimetler ihsan ederek insanı âhsen-i takvim, yani olması gereken en güzel kıvamda şekillendirerek yaratmış. İnsanın yapısının dış dünyaya açılan bir penceresi mahiyetindeki gözleri bu güzelliklerden sadece biridir. Nitekim Hasan Ali Toptaş “her bakış pencereler kadardı” der haklı olarak. Ve derler “herkesin dünyası hayata baktığı pencereden görebildiği kadar”dır.
Farsça kökenli bir kelime olan pencere, Kubbealtı Lugatı’nda “binâ duvarlarında, taşıtların belli yerlerinde, hava ve ışığın içeriye girmesi ve içeridekilerin dışarıyı görmesi için bırakılan açıklık” olarak tanımlanır. Kelime, (TDK) Güncel Türkçe Sözlük’te ise “Yapıları veya tren, vapur vb. ulaşım araçlarını aydınlatmak, havalandırmak amacıyla yapılan, çerçeve, cam, panjur, perde gibi eklentilerle daha kullanışlı bir duruma getirilen açıklık” şeklindeki açıklamayla birlikte “pencere eteği, pencere kanadı, çift pencere, göz pencere, sağır pencere, çatı penceresi, dünya penceresi, hacet penceresi, köşe penceresi ve tavan penceresi” gibi birleşik kelimelere yer verilir.
Bir kelimenin anlamı bazen genişler bazen de daralabilir. Kelime, mecaz anlam kazanarak ve deyimleşerek anlam genişlemesine uğrar. Meselâ, “pencere açmak” deyimi de öyle değil mi? Sözlük anlamı itibariyle pencereyi açtığınızda dışarıdaki havanın kapalı mekâna, içerdeki havanın da açık mekâna karıştığı bir fiziki olay meydana gelir. Ama deyim olarak ise “görüş açısı kazandırmak” şeklinde apayrı bir anlam kazanmış olur.
Pencere önemlidir ve ruhumuzla doğrudan bağlantılıdır. Canlı, hareketli ve düşünebilen bir varlık olarak bedenimizi, midemizi beslediğimiz kadar ruhumuzu da beslememiz, onun gıdasını bulup hazır etmemiz lazım gelir ki bu fâni âlemde huzur bulabilelim, “sayılı günler”imizi huzurla yaşayabilelim.
O “sayılı günler” ömrümüzdür. Ömrümüz ise zaman dilimine bölündüğünde temelde yıllardan oluşur. Ömür evimizin her bir odası yıllar ise her yıl da o odanın penceresidir; aylar, haftalar da o pencerenin çerçeveleri, günler de cam desenleridir.
Dünyanın en duygusal yeri
Pencereler, bizim için en duygusal mekânlardır. Sadece duygularımız harekete geçiren bir yer mi? Hayır, orası aynı zamanda tefekkür ettiğimiz, kendimizi sorguladığımız, diğer varlıklar ve kâinat konusunda düşünce yolculuğuna çıktığımız güvenli limanlardır.
Hangi yaşta ve ömrümüzün hangi çağında olduğumuzun pencere bağlamında pek bir önemi yok. Hepimiz için pencere önemli bir noktadır. Çocuksak dışarıya kendi başımıza çıkamadığımız zamanlarda dışarıyı pencereden izleriz, dış dünyanın varlığını oradan kavrarız. Gençsek, insan canlısı biriysek sevdiklerimizin/sevmediklerimizin yoldan geçip gidişlerini oradan gözlemleriz.
Buluşma mekânı
İletişim vasıtalarının bir hayli artsa da pencere dış hayatla iletişime geçilen yerlerden biridir. Hele insanların bir de sevdiği varsa…
Genellikle iki sevgiliden kadın olan pencereye/cama çıkar, erkek dışarıdan sevdiğini görebilme umuduyla “dokuz doğurur”. Çünkü kızın ailesine yakalanma durumu söz konusudur. Şiirlerimizde, türkülerimizde bu sahne oldukça sık ele alınıp yansıtılmıştır. Güftesi ve bestesi Muhlis Sabahattin Ezgi’ye ait olan şu türkü dillerimizdedir: “Pencerenin perdesini/Aç bana göster yüzünü/Görmek için ben yüzünü/Dağları aştım da geldim” Bir kez olsun görebilmek umuduyla dağları aşıp pencerenin dibine insanı getiren o sevgidir. Ahmet Muhip Dıranas da tam da bu sahnede sevgilisine Seranad yapar. Aynı adı taşıyan şiirinin ilk ve son dörtlüklerinde görürüz bu sahneyi: “Yeşil pencerenden bir gül at bana,/ Işıklarla dolsun kalbimin içi./ (…) /Pencerenden bir gül attığın zaman/Işıkla dolacak kalbimin içi.”
Kapı ne kadar gücü gösteriyorsa pencere de o nispette güzelliği, estetiği gösterir. Kapıda yok mu güzellik, estetik elbette var, ama pencere daha farklıdır. Bu, kapının biraz erkek, pencerenin ise kadın oluşundan kaynaklanır biraz da. Pencereleri güzelleştiren kadındır çünkü. Kapının süsleri, güzelliği, estetiği camiddir, soğuktur, soyuttur; pencerenin güzelliği estetiği canlıdır, sıcaktır, somuttur. Çünkü pencerede saksılarda boy boy, renk renk çiçeklerle büyüyen bir güzellik vardır. Bu güzellik aynı zamanda çok narindir, nahiftir.
Gözleme ve bekleme noktası
Pencerenin, salt iç mekânları aydınlatan bir nokta olmanın ötesinde bir anlamı vardır. Pencereler bir gözlem ve bekleme yeridir. Anneler, çocuklarının gelişini veya gidişlerini oradan kontrol eder. Sadece anneler mi? Hepimiz gözlemez miyiz bir baharın gelişini pencerelerimizden ya da bir arkadaşımızın, sevdiğimizin gelişini? Sıra sıra dizmez miyiz pencerelere saksılardaki çiçeklerimizi?
Cenap Şahabettin, penceredeki bir çiçek olan zambak gibi düşünür sevdiğini Senin İçin adlı şiirinde. Geçmişi ve geleceği daima orada hatırlatan bir çiçek olarak: “Seni zambak gibi gördükçe açık pencereden/Gül açar bahtımın evvelki hazanlık korusu/Genç eder ufkumu hülyalarımın genç kokusu/Sorarım ak saçımın örttüğü yıllar nerede?” diye sorar.
Ahmet Muhip Dıranas da baharon gelişini penceresinde karşılayanlardandır. Dıranas, Ve Böyle Biteviye adlı şiirinde: “Belirsiz bir alemde/Ekseri penceremde/Bekliyorum;/Bir bahar olsa gerek.” der. Dıranas’ta geçmiş ve geleceği bir arada barındıran bahardır pencere; bunu Portre’de görürüz: “Bir bahara açık duran penceresinde/Belki bir gün gelir geçmiş zamanı arar/Diyerek bu portreyi çizdi sanatkâr,/Bir oda içinin ışık ve gölgesinde.” Bekleyişler bitip tükenmez, sabır ister onlar. Şu dizeler de Bir Kavsin Altında Şehir’den: “Dar dar sokakların pencerelerinde/ Birer kuş oturmuş ihtiyar kızlardan,/ Sabırla, özenle ruhun kederinde/ Örerler bir kara kefen yıldızlardan.”
Ve Penceredeki Monna Rosa
Sezai Karakoç, Monna Roza adlı şiir kitabının Aşk ve Çileler başlıklı birinci bölümünde pencerede bekleyen Monna Rosa’nın bir bakışıyla ölecek kadar dayanma gücünü kaybettiğinden onu görmek istemez: “Açma pencereni, perdeleri çek:/ Monna Rosa, seni görmemeliyim./ Bir bakışın ölmem için yetecek;/ Anla Monna Rosa, ben oteliyim.../ Açma pencereni, perdeleri çek.”
Şair, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine adlı şiirinde sevgilinin gözlerini yaşama ve yaşananlardan zevk alma tutkusuyla özdeşleşen Lale Devri’ne benzeterek “Gözlerin/Lâle Devri'nden bir pencere” der. Karakoç, bir kitap hacminde olan Leyla ile Mecnun şiirinde ise kendi ellerimizle hazırladığımız bir cehennemden bahseder. Ama şiirin kahramanı, pencerelerinden ateşler dökülen bu durumdan hoşnuttur: “Sizi bilmem/Ama cehennemimden memnunum ben/Belki ateş dökülen pencerelerimden/Bir kurtuluş işareti alırım/Leyla'nın ülkesinden” der. Çünkü, ateşler dökülen pencereden sevdiği Leyla’nın ülkesinden “bir kurtuluş işareti” alma ihtimali vardır.
Erdem Bayazıt ise, Sana, Bana, Vatanıma Ülkemin İnsanlarına Dair adlı şiirinde, bahçelerinde çamaşır sererken veya pencerelerinde gelmesi için yolunu gözlerken bir trafik kazasında can veren oğullarının kara haberini alışının mahşerî bir tablosunu hüzünle ortaya koyar: “İçimde kaynayan bir mahşer var/ Bu mahşer birde annelerinin kalbinde kaynar/ Çünkü onlar yün örerken pencere önlerinde/ Ya da çamaşır sererken bahçelerinde/ Birden alıverirler kara haberini/ Okul dönüşü bir trafik kazasında/ Can veren oğullarının.”
Bediuzzaman’ın hayal sineması
Yirminci yüzyılın en önemli düşünce ve eylem insanlarından Bediuzzaman Said Nursi bazı eserlerinde pencere kelimesini “bir konuya yeni bakış açısı kazandırmak” anlamında kullanır. Sözler namındaki eserinin Otuz Üçüncü Söz adlı bölümü “otuz üç pencere” ile alt dallara ayırarak anlatır.
Pencere, hayal gemisiyle geleceğe yolculuk yapılan bir sinemadır Bediuzzaman’da. Şimdi gücü, güzelliği, kudreti yerinde olan gençlerin gelecekteki hâllerini düşünüp onlar adına hüzünlenmektir. Bediuzzaman Said Nursi “düşüncelerinden dolayı” pek çok kere hapsedilmiş, hapishanelerden hapishanelere gönderilmiştir. Bunlardan birinde Eskişehir’deki hapishanenin penceresinden bir Cumhuriyet Bayramı’nda gördüklerinin düşüncelerine aksedişini şöyle dile getirir: “Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramı’nda oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü.” diyerek onların o hâllerine üzüldüğünü belirtir daha sonra o gençlerin nefislerin temsilen soru cevap faslıyla gençlere şimdiki hayatlarına dikkat etmeleri gerektiği hususunda tavsiyelerini söyler.
Pencere, Tevfik Fikret’te gerçekleşmesi beklenen ama bir türlü gerçekleşmeyen, yitirilmiş bir umuttur. Yağmur şiirinde bunun seslerini duyarız: “Açılmaz ne bir yüz, ne bir pencere;/Bakıldıkça vahşet çöker yerlere.”
Faruk Nafiz Çamlıbel’de ise sahraya bakan yaşlı bir gözdür ve gurbete düşmüş kuşlar burada beklenir. Talas Bağlarında Batı şiirinde bu bekleyiş sürüp gider: “Kuşlar üstünde gezer, gurbete düşmüş kuşlar,/ Yaşlı bir göz gibi sahraya bakan penceremin”
Gurbet şiiriyle tanıdığımız Kemalettin Kamu’da pencere, Zaman İçinde içeriye apaydınlık kılacak ayın doğduğu bir ufuktur: “Gök uzak, yer uykuda,/ Yalnız değilim ama,/ Bir açık pencereden/Ay doluyor odama.”
Nazım Hikmet’te ise, Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları şiirinde belirttiği ıssız yalnızlığın, insanın sadece kendi sesini duyabildiği bir yerin adıdır pencere: “Belki de sebep buna/bana aylardır/kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan/bu demirli pencere/bu toprak testi/bu dört duvardır...” Bazen Karlı Kayın Ormanında olduğu gibi sarı ve sıcak bir noktadır: “Memleket mi, yıldızlar mı,/ Gençliğim mi daha uzak?/ Kayınların arasında/Bir pencere, sarı, sıcak.”
Pencere, Ahmet Arif’te, mahpusluktan dolayı görülemeyen bir baharın zihinde canlanması görüşmecinin getirdiği yeşil soğandan gelişinin hatırlandığı bahardır: “Haberin var mı taş duvar?/Demir kapı, kör pencere,/ Yastığım, ranzam, zincirim,/ Uğruna ölümlere gidip geldiğim,/ Zulamdaki mahzun resim,/ Haberin var mı?”
Necip Fazıl Kısakürek’in Bekleyen şiirinde kış gecelerinde kimsesiz odaların pencerelerini sevgili yerine sarsan bir güçlü bir rüzgârdır pencere: “Kimsesiz odanda kış geceleri,/ İçin ürperdiği demler beni an!/ De ki: Odur sarsan pencereleri,/De ki: Rüzgâr değil, odur haykıran!”
Şiirdeki pencere yolculuğu, uzayıp giden bir anlam yolculuğunun kısa kesilmesidir.
Bizden, bizden olmayana bir bakış; bizden, dünyaya gözlerimiz ve ışıklarla renkli bir akıştır pencere. Bir yazar arkadaşım bana “Pencerelerinden dağlar görünen evlerden tut!” demişti. Ama bana nasip olmadı o evler henüz, kira da olsa! Pencereler de olmasa hayat çekilmez. Onun içindir ki zindan insanı çabuk yaşlandırır; ışık girmediği için vakit bilinmez oralarda.
Pencere bizim dünyaya açılan kapımızdır, dünyayı ayağımıza getiren bir deliktir. Eskiden “delik”ti bizim pencerelerimiz, ufacık, daracık; duvarda bir delik. “Şavk deliği” derdik. O delik pencere olunca “şavk deliği” de tarihe karıştı, tıpkı eski sevdalar gibi.
Karartma gecelerinde çifte çifte perdelerin çekildiği içerideki ışığın dışarıdan kıskanıldığı bir eşiktir pencere; düşmanın, dışın, dışarının bizi, içimizi görmesine mâni olunan.
Pencerelerin kavuşma, vuslat, huzur ve barışın yaşandığı, pencereden pencereye bütün renkleri barındıran gökkuşakların sardığı bir dünyada buluşmak dileğiyle!..