Bir vesile ile çoktandır arayıp sormadığı, kendisinin de arkadaşı tarafından aranıp sorulmadığı bir zaman diliminde mübarek bir günü vesile ederek arkadaşını aramıştı. Bu görüşmeden her iki taraf da memnuniyetini ifade etmiş, kadim dostlar yeniden sesli bir ortamda da olsa buluşmanın mutluluğunu yaşamışlardı. Arkadaşı, telefonu incelerken bir seçeneği ne gibi sonuçlar doğuracağını bilmeden işaretlemesi sebebiyle yanlışlıkla kayıtlı numaraların silindiğini, bundan dolayı da hiçbir arkadaşını arama imkânı bulamadığını söylemiş, bundan dert yanmıştı bu eski dostuna. Bu dert yanmalar, dertlenmeler, hâlleşmeler konuşma süresince devam ederken arkadaşı bir cümleyi tamamlayamadığından, söylemek istediğini bir türlü söyleyemediğinden dem vurdu. Tam o sırada diğer arkadaşın dilinden de şu dizeler dökülüverdi:
“Hiçbir cümle yarım değildir bizde
Bir yarısı kelimelere bürünmüş
Yol alır bir yarısı da kalpten kalbe
Kalp ki bütünleyendir birbirimizi”
Konuşmalar tamamlanıp telefonlar kapatıldıktan sonra telefonda dilinden dökülen dizeler bu sefer diline, düşüncesine dolanmıştı. Dizeler kendisinin de hoşuna gitmişti. Bir an-ı seyyalede dilinden dökülen bu dizelerden hareketle bir zihin ve tefekkür yolculuğuna çıkmayı uygun buldu.
***
Yarım kalmaz elbette hiçbir şey. Yarım kalmaz hem bizde hem dünyada hem de kâinatta. Çünkü ne biz ne dünya ne de kâinat asla başıboş değiliz.
Başıboş değiliz şu fani âlemde; yaşadıklarımız da tesadüf hiç değil! Misal âlemi olarak adlandırılan şu fani âleme kendi istek ve irademizle mi geldik sanıyorsunuz? Ortaya çıkışımız bir noktada sonra başka bir noktaya, dünyaya gelişimiz kendi istek ve arzularımızın bir neticesi midir? Biz mi arzuladık rahm-ı maderde suret bulmayı ve bir tarla hükmünde olan şu fani dünyada arz-ı endam etmeyi? Bütün bunların tesadüfen ya da kendi istek ve irademizle gerçekleşmiş olabileceğini söylemek akıl, mantık, dış dünya ve evrensel gerçeklerle ne kadar bağdaşır?
Vücudundaki bir tüyün dahi uzamasında ya da kısa kalmasında herhangi bir tesiri olmayan bir varlığın, insanın bütün bu olup biteni kendinden bilmesi ne kadar divanece bir düşüncedir, divanece bir düşünce içerisindedir, öyle değil mi?
Yarım kalmaz hiçbir şey. Yarım kalmak biraz da eksik olmaktır; eksiklik ise bir kusur. Oysaki şu uçsuz bucaksız kâinata bir bak, kusur bulabilecek misin bakalım? O kadar da uzağa, uzaklara gitmeye ne hacet? Bak bakalım kendine, kendi gözüne, vücut sistemine, beynine, uzuvlarına bir bak! Gözlerine bak hem öncelikle, gözlerine; hem de gönül gözüyle. Bir eksiklik, bir kusur görebiliyor musun? Şayet bir kusur ve eksiklik görebiliyorsan bunu gördüklerinde değil; bakış, arayış, görme biçiminde, bakış açında aramalısın!
Doğru zamanda, doğru yerde, doğru kişilerle ve doğru bir bakış açısı ve doğru değerlendirme ölçütleriyle bir bütün oluşturmadan doğru sonuçlara ulaşmak asla mümkün değildir.
Dünyada, güneşin doğuşunun en güzel ve görkemli seyredildiği değişik yerler, noktalar vardır. Eğer siz, tan yerinin ağarmasından sonra, güneşin yeryüzünü selamlayacağı bir vakitte, güneşin doğacağı istikamete doğru yönünüzü çevirmiş olarak o noktada değilseniz, o muhteşem güzelliği, güneşin bir büyük altın tepsi hâlini temaşa edebilmeniz mümkün mü? O muhteşem manzaranın ihtişamlı, görkemli güzelliklerine bu şartları yerine getirmeden ulaşabilmek, kavuşabilmek ne mümkün! İşte ancak, o şartları yerine getirince manzaraya ulaşma çabası yarım kalmaz, çabanın sonucuna, emeğin semeresine ulaşılır.
Yirminci yüzyılın usta ozanlarımızdan Aşık Veysel, insanoğlunun yolculuğunda bir ara istasyon olan dünya hayatını anlatırken “İki kapılı bir handa / Gidiyorum gündüz gece.” diyerek güzel bir benzetmede bulunur. Çünkü bu dünyanın biri doğum biri de ölüm olmak üzere iki kapısı var; birinden giriyoruz, öbüründen çıkarak veda ediyoruz bu âleme. Sistemin kusursuzluğu ve muhteşemliği onu yarımda değil, bütünde görmek ve görebilmekle idrak edilir, anlaşılır. Bakışımızı sadece bu dünyaya yoğunlaştırırsak buzdağının sadece çok küçük bir kısmını görebilmişiz demektir ki o da bütüne göre hiçbir anlam ifade etmez.
İki Cihan Güneşi, Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi vesellem) “Dünya ahiretin tarlasıdır.” buyurur. Bu hadis-i şerifte ifade buyrulan “tarla” ya da hadisin orijinal lafzındaki “mezraa” kelimesi mecazlı bir kullanıma sahiptir. Herkes bilir ki tarla, bağ, bahçe, bostan sebze, meyve ve bakliyat tarzı ürünler yetiştirmeye matuf olarak kullanılır. İnsan da bu ürünleri fani âlemde yaşamak için duyulan ihtiyaçlarını gidermeye yönelik kullanır, sebepler bazında bunlarla hayatını devam ettirir. Hayat bu mu, bu kadar mı? Bu bir elmanın iki yarısından sadece biri hattı zatında. Bunun bir de öbür yarısı var. Aslında bu dünyayı “yarısı” olarak nitelendirmek çok da doğru değil ama benzetmede bazen manayı akla yaklaştırmak için benzetme kusurları hoş görülebilir. Fanîlik, ebedîlik açısından dünya ve ahiret hayatının yan yana gelmesi zaten söz konusu olamaz. Çünkü biri fani diğeri baki ve ebedî. Ne var ki bu ikisi bir bütün: Bu dünya hayatında ne hazırlayıp ettiysek ahiret âleminde onu bulacağız. Azığımızı, yerimizi, yurdumuzu buradan götürüyoruz; hatta ateşimizi bile. İnsan, kendi cehennemini kendisi hazırlar, cennet ise Allah’ın bir ihsanıdır.
İnsan, hayatında yapıp ettiklerinin cilvesine aldanarak onların cazibesine katlanarak bu dünyayı ebedî sanır. Onun bu zannı, esasen sistemi bir bütün olarak kavrayamayışından kaynaklanır. Yarım bırakılmış bir hayatı tercih etmektir böyle bir düşünce. Bu düşünce yarımdır; başlanmış ama devam ettirilememiş; başlanmış, devam ettirilmiş ama hitama erdirilmemiş, sonlandırılmamış… Ve insan şunu da gayet iyi bilir ki neticelendirilerek sonlandırılmamış hiçbir girişimin meyvesini elde etmek mümkün değildir. O hâlde yapılması gerekenleri yap, sistemin düzenli ve eksiksiz işlemesi için bütün adımlarını at, safhalarını tamamla ki emeğin yarım kalmasın; emeğinin pırlantası parmaklarında ve gözlerinde ışıl ışıl parlasın. Onun ışıltısı ile başladığın sonsuza yolculuğun eksik kalmasın, muhteşem bir netice ile sonlansın; Evrenin Sahibi senden razı olarak sonsuz bir hayatta cennetlere esesin. Eresin ki emeklerin yarım kalmasın. Bunu yaptığın takdirde yarımlar içerisinde kalmayacaksın. Tercih senin!..
Yarım kalmaz hiçbir söz hiçbir eylem bu âlemde; bakışlarını ötelere, ötelerin de ötesine çevirebilmişsen. Sadece görüneni değil, görünenin de arkasındaki hakikati düşünebilmişsen! Ve idrak edebilmişsen ruhlar âleminde başlayan yolculuğun Dünya adı verilen durağında yaptıklarından seni bu yolculuğa gönderen Zat tarafından hesaba çekileceğini bilmeyi ve bu Hesap Günü’nde alnının akıyla hesabını verebilmenin sonsuz cennetlerle ödüllendirileceğini… İşte o zaman hiçbir şey yarım kalmaz, hele ki birbiriyle uyumlu eylem ve söylemlerinle Din Gününün Sahibinin rızasına nail olabilmişsen hiç kalmayacaktır da…