Yaşanan her bir dakika, saat, gün; hafta, ay ve yıl birer tablodur. Her tablonun ayrı bir değeri ve ehemmiyeti vardır. Bunu ancak işin ehli olanlar anlayabilir. Aslında bu tablonun ebatları, çerçevesidir değişen sadece. Ömür de bir tablodur veya bir resim sergisidir. Ressamı bizim olduğumuz bir resim sergisi.
Yeni bir yıl girerken veya bir güne başlarken yepyeni ve bembeyaz bir kâğıt veya bir tuval takıyoruz şövalemize muhteşem tablolar yapmak için. Yaşadığımız her saniye ve dakika yeni bir resim oluşmaya başlıyor. Bu resmin hangi şekilde, hangi desende, hangi rengin hangi tonlarıyla oluştuğu ise bizim irademiz dahilinde yaptıklarımızla belirleniyor. Burada ressam biziz, şekil, renk ve desen tercihlerimiz bize ait, yani resme şekil veren biziz.
Allah’ın bize verdiği akıl nimeti ile farklı desen ve tonlardaki duygularımız ile kalp ve vicdanımızın hamulesinden ortaya çıkan malzemeler bizim resimde kullandığımız rengin tonlarını oluşturuyor. Bu tondaki renklere göre şekillendirdiğimiz resmin alıcısı kim? Bu resmin, bu tablonun alıcısı öncelikle ve özellikle biziz; sonra bizim kararlarımızdan etkilenen diğer varlık ve insanlar. Kimilerinden renk tonlarını borç almışız kimilerine de vermişiz. Bunun sonucunda ortaya çıkan tablonun hakiki alıcısı ise Son Mahkeme’de belli olacak. O mahkemenin tek Reisi var ki o mutlak adaleti kullar ancak orada ve O’nunlagörecektir. Çünkü Allah, âdil-i mutlaktır, mutlak adalet sahibidir.
Her bir güne ve yıla başlarken çizmeye başladığımız resmin boyasını, renk tonlarını ve bu renklerin birbiriyle uyumunu iyi seçelim. Her işte olduğu gibi bu resim işinde de işe dört elle sarılalım. Yürekten bir gayretle, kendinden motorlu bir davranış sergileyerek işi tamamlayalım. Resim yaparken resmin kurallarına uymaya azami gayret sarf edelim. Ressam-ı Hakiki’nin huzuruna varıldığında tablomuz, ağır eleştirilere maruz kalmasın, bizi ebediyen mahcup düşürmesin. Bize sonsuz nimet ve imkânlar sunulmasına vesile kılacak güzellikte olsun. Öyle yapalım tablomuzu, bin bir tona sahip boyalara ihlası katmayı unutmayalım. İhlası katılmamış bir boyanın kâğıt veya tuval üzerinde yeterince güzel durması, diğer renklerle muhteşem bir uyum içerisinde olması mümkün değildir. Her bir resmin güzelliğine ve kalıcılığına en büyük vesile olacak olan, halis bir niyet, samimi bir gayret, dualarla süslenmiş bir eylemdir.
Güzel tabloları,sadece güzel yapmış olmak yeterli midir? Elbette değildir. Azami derece itina göstererek oluşturduğumuz tablomuzu iyi bir çerçeve ile iyi ve sağlıklı bir ortamda muhafaza etmek gerekir. Onu küfür, fısk, zulüm, dedikodu, gıybet, haset, haksızlık, hukuksuzluk, kul hakkına girme gibi zararlı etkenlerden uzak tutmamız şarttır. Aksi takdirde, istenmeyen bu nemler sebebiyle güpgüzel oluşturduğumuz tablomuzun renkleri pörsüyecek, solacak, birbirine karışacaktır. Bunca emeğimiz heba olup gidecek, hüsran içerisinde bu âlemden öbür âleme göçüp gittiğimizde orada, geri dönülemez kayıplarla karşı karşıya kalacağımız muhakkaktır. Allah muhafaza, böyle bir durumda en büyük iflası yaşamış, kendimiz de müflislerin ta kendisinden olmuş oluruz.
Tablo, tablo içinde!..
Biten bir ayın, yılın apayrı bir eser oluşu gibi yaşanan her gün, tamamlanmış bir tablodur. Yaşanmış hayatlar da bir tablodur, tamamlanmış bir ömür de… İşte modern şiirimizin kurucularından Yahya Kemal Beyatlı, “Ömür” isimli şiirinde hayat resmini şu ifadeleriyle yorumlar:
“Bir merhaleden güneşle dünya görünür
Bir merhaleden her iki dünya görünür
Son merhale bir fasl- ı hazandır ki sürer
Geçmiş gelecek cümlesi rü'ya görünür.”
Hayatı boyunca hayat resmini en güzel şekilde tamamlamaya gayret gösteren Mehmet Akif Ersoy, kendi resmiyle ilgili olarak “Resmim İçin” başlıklı şiirinde şunları söyler:
“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyûlâyı da er geç, silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?”
Üstat Mehmet Akif kendisi için söylediği “Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?” dizesi aslında onun hayattayken karşılaştığı sıkıntıların, geleceğe güzel bir tablo bırakma çabası sırasında karşılaştıklarının bir yansıması ve özeti gibidir. O, mütevazı hâliyle bunu söylese de bu aziz millet, kendisi için çalışan, gayret gösterene,hayatta olmasa bile sonrasında ona vefalı davranmış, yokluğunda olsa da kıymetini bilmiştir. Bu millet, “üstad”ı her daim rahmetle anacak ve anmaya devam edecektir. En güzel tablo;bulutlar, karanlıklar, karmaşıklıklar kalkıp gittikten sonra geriye bıraktığın manzaranın her daim takdir edilecek olması, takdir edilecek tabloların bırakılmasıdır.
Her daim takdir edilecek güzel eserleri bırakmak için yine şiirimizin sultanlarından Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Her Şey Yerli Yerinde” adlı şiirinde belirttiği gibiyerli yerince olması lâzım gelir:
“Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman
Sessizlik dökülüyor bir yerde yaprak yaprak.”
Eskiler, bir davranışı, onun mukteza-yı hâle yani hâlin gereklerine göre yapılıp yapılmadığını ortaya koyarak değerlendirirlermiş. Bir cenaze evine gidildiğinde orada, ortama matem havası hakimken senin şen şakrak davranışlar içerisinde olman, hâlin gereğine uygun davranmaman demektir. Aynı şekilde, bir düğünevinde kasvetli bir hava verip insanların ve düğün sahibinin neşesini kaçırmak da öyledir. Böyle yaptığın zaman, tablonu tamamlarken bazı fırça darbelerini yanlış yapıyorsun demektir.
Zaman zaman kendimize baktığımız gibi çoğu defa da dış âleme bakarız. Modern şiirimizin ustalarından Cemal Süreya’nın bu dış âleme bakıp çektiği “Fotoğraf”tan şöyle bir manzara görünür:
“Durakta üç kişi
Adam kadın ve çocuk
Adamın elleri ceplerinde
Kadın çocuğun elini tutmuş
Adam hüzünlü
Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü
Kadın güzel
Güzel anılar gibi güzel
Çocuk
Güzel anılar gibi hüzünlü
Hüzünlü şarkılar gibi güzel”
Hayatımızı hayırlısıyla tamamlayıp “Bir Günün Sonunda Arzu”muzun ne olduğunu sorsalar Ahmet Haşim gibi mi cevap verirdik acaba? Yoksa bir durum tespiti yapıp öyle mi kalakalırdık? Yahut
“Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!”
diyerek insan olmanın sorumluluğundan kaçarak “Keşke toprak olsaydım!” (Nebe,40) mı derdik yoksa Haşim gibi göllerde kamış olmayı mı yeğ tutardık? Kim bilir?
Her insanın ve toplumun ortaya koyduğu tabloları birbirinden farklı. Herkes kendi duyuş, düşünüş ve anlayışı ve algısına göre bir tablo oluşturuyor. Oluşturduğu bu tablo kendisine yâr olacak mı? Gelecekte, yüz akı mı olacak, yoksa yüzkarası mı? Bilinmez. Ama bilinen bir şey var ki yukarıda sıraladığımız, resmin güzelliğine, rengine ve renklerinin ahengine hâlel getirecek hususlardan kaçınmadığımız müddetçe, bize yâr olacak, Yâr’imizi de memnun edecek bir tablonun ortaya çıkmayacağıdır.
Geleceğe güzel tablolar ortaya koymak, yaşanan her bir yıldan muhteşem resimleri geleceğe taşıyabilmek için her dem güzelliklerden ayrılmayalım. Nitekim “Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır.” (BSN) demişlerdir.
Rabbimizden, hayatımızın son anına kadar hiçbir zaman keşke fırçasını alma gereği duymadan en güzel tabloları yapacağımız bir ömür dilerim.