"Yanıldığını kabul etmek, yeni bir hakikatin fethiyle zenginleşmektir.”
Cemil Meriç
Kahveni ya da çayını al, gel dostum. Bugün seninle uzun zamandır içimizde büyüttüğümüz o derin sessizliğe dair konuşalım. Ne bir film karakteri ne de roman karakteri. Bugün kendimizi konuşalım, kendimizi okuyalım. Adını da birlikte koyalım Tanpınar’ı anarak: Sükût Suikastı.
Neden sorusu belirecek belki de zihninde. Sükût neden suikast olsun. Sükût altın değil miydi diyeceksin. Herkes yeterince konuşmuyor mu diye sesini yükselteceksin içinden. Hayır, hayır dostum. Biz konuşmayı unuttuk. Sesler çıkarıyoruz evet. Kelimeler, cümleler çıkıyor dudaklarımızdan evet. Dertleşmeyi, fikir çatıştırmayı, karşılıklı susup düşünebilmeyi unuttuk.… Hâlâ Cemil Meriç’in kaleminden fışkıran o çırpınışlar yankılanıyor kulaklarımda. Yıllar önce “Bu Ülke”yi okurken hissettiklerim hâlâ aynı: Bir yerimiz eksik. Sanki boynumuzda görünmez bir tasma var da, bakışlarımızı bile temkinli dolaştırıyoruz. Suikast sözcüğü ağır olmadı mı dediğini işitir gibi oluyorum. Ölüm var ucunda. Öldürmek. Cana kast etmek… Karşımızdakini görmezden gelerek, onun yaptığı güzel şeyleri yok sayarak, azar azar öldürmedik mi onu?
Evet, işte tam da bu yüzden suikast diyorum buna.
Biz birbirimizi sessizce öldürüyoruz. Övgüyü esirgeyerek, sevgiyi cimrilikle tartarak, anlayışı yalnız kendimize saklayarak. Göz göze gelmekten bile çekinir olduk; belki o gözlerde kendimizi göreceğiz diye. Gizli gizli bakıyoruz durumlara, storylere, hikayelere…
Hâlbuki insan insana aynadır derler. Ama aynaya bakmayı unuttuk biz. Hep başkalarının aynasında kusur ararken, kendi çatlaklarımızı görmezden geldik. Sonra ne mi oldu? O eski dost sofraları dağıldı, mektuplar tarihe karıştı, dertleşmeler yerini kısa “napıyosun”lara bıraktı. Duygularımız bile aceleye geldi. Her şey hızla tüketiliyor; sevgimiz, sabrımız, ilgimiz… Göz göze gelmekten bile kaçıyoruz artık. Çünkü o gözlerde belki kendi eksikliğimizi göreceğiz diye ödümüz kopuyor. İşte tam da bu yüzden bu sessizlik bir suikast; yavaş yavaş öldürüyoruz birbirimizi, farkında bile olmadan.
Karacaoğlan’a kulak verelim beraber
Bizim pencereler yele karşıdır,
Muhabbet dediğin karşı karşıdır.
Girer isen bu sinemde neler var,
Gülüp oynadığım ele karşıdır.
Muhabbet dediğin öyle ekran başından, satır arası mesajlardan olmaz mı diyor Karacaoğlan? Karşı karşıya oturacaksın. Göz göze geleceksin, kalp kalbe soluyacaksın. Bir emoji de yeter bazen ama sen içinden gele gele “Nasılsın?” diyeceksin. PK filmini hatırlıyorum dostum. Yanlış numara repliği geldi hatırıma. Dualar yanlış numara, ibadetler yanlış numara, sitemler yanlış numara, öfkeler yanlış numara… O yüzden, içimizde biriktirdiğimiz nice sevgi, nice sitem, nice hüzün hep yanlış adreslere gidiyor. Belki de bu yüzden daha çok susuyoruz. Ve her sustuğumuzda biraz daha eksiliyoruz, biraz daha ölüyoruz. Sükût denilen altın değildir her zaman. Söz istiyor bazen ruhlar. Ses istiyor kulaklar.
Suikast deyince Haydar Ergülen’in “Ölüm Bir Skandal” kitabına yolculuk etme vakti geldi, diye düşündüm şimdi. Oradan bir bölümle sesleneyim dostum sana:
Zaman kirlendikçe ölüm de kirleniyor
İyi olmanın yolu ölümü düşünmek sanırdım
kendi hayatının hırsızı olmadan insan
Ölümün gelip yetişeceğine inanırdı
Tanpınar'ın "Sükût Suikasti"nden zaman
Ve rüya yardımıyla açılan kapılardan
Kaderime kuşlar gibi hafif çıkardım:
Bazı insanları sonuna varmadan bilemeyiz!
"kelimeler köklerine inildikçe
Eşyayı ve insanı verirler" diyorsun
üstat ya insanlar ölümlerine inildikçe?
Tekrar edeyim son mısrayı birkaç kere.
üstat ya insanlar ölümlerine inildikçe?
üstat ya insanlar ölümlerine inildikçe?
üstat ya insanlar ölümlerine inildikçe?
İnildikçe suikastler tutacak yakamızdan. Hem de bebeklikten başlayan suikastler. Çiçeğe iyi gelen suydu, güneşti, topraktı dostum. İnsana iyi gelen insandı, sevgiydi, sözdü. Biz sözümüzü esirgedik. Sesler çıkardık belki de. Ama sözü tarihe gömdük. Sustuk kocaman bir tarih kadar. Suikastlerimizle ardımızda yığılan cenazelerle yarınlar ne olacak telaşındayız şimdi.