Aşk ve sevgi öteden beri insanların gündeminde olagelmiş kavramlardandır. Bir bütünün iki parçası olarak da görebileceğimiz ve öyle değerlendirebileceğimiz iki kavram: aşk ve sevgi.
Hangisi hangisinden önce gelir, gelmeli; hangisi hangisinden sonra gelir, gelmeli? Bu ayrıma girmeyeceğim ama şunu da ifade etmeden geçemeyeceğim ki aşkın temeli sevgidir; sevgi olmazsa aşk olmaz.
Âşık Paşa, aşk ve sevgi binasının sonsuza kadar ayakta kalmasını dileyerek şöyle der: “Aşk ile sevgi ebed-bünyâd ola / Ger sûret gam-nâk ola ger şâd ola” yani [Aşk ve sevgi binası sonsuza değin ayakta kalsın, suret kederli de neşeli de olsa.] Bu güzel ikilinin birbirinden ayrılması ne mümkün! Zaten gönül insanları da bunu demiyor mu? Hacı Bektaş Veli, “Aşk kalbin hayatıdır.”, Mevlâna “Bizi aşkta, aşkı da bizde ara!” ve “Ey gönüllerinde aşk derdi olmayanlar kalkın âşık olun. Canların gıdası aşktır. Aşksız geçen zaman utanılacak zamandır.” sözleriyle bunu ifade etmiyorlar mı? Diğer yandan aşk ehli olmak o kadar da kolay değildir. Şeyh Galip ne der bak bir dinle: “Derd ü mihnettir, belâdır adı aşk/ Bir marazdır, ibtilâdır adı aşk” yani [Dert, sıkıntı, keder ve beladır adı aşk/ Bir hastalıktır, imtihandır adı aşk]. Aşk, ulu bir dağ ise kişi o dağa tırmanan bir dağcı, her türlü zahmet ve meşakkati göze alan, göğüsleyen. Hatta bu uğurda, sevdiğinin aşkı yolunda canını ortaya koyan. BU kez Fuzulî üstadımızdan gelsin dizeler: “Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil/ Ne nizâ eyleyelüm ol ne senündür ne benüm.” yani ki ; [Ey gönül, Canı sevgili istemiş vermemek olmaz./Niye kavga edeyim ki, o can ne senindir, nede benim.]
Aşk ve sevginin birlikte olduğunu söyledik. Dilcilere göre sevginin mertebelerinden biridir aşk. Bu mertebelerle ilgili şu değerlendirme dikkate değerdir: “İnsan bir şeyden hoşlandığı zaman ona yakın olmak ister. Bu yakınlaşma arzusu çoğaldığında buna meveddet denir. Sonra bu duygu daha da güçlenir ve muhabbet olur. Muhabbetten sonraki aşama hevâdır. İnsan hevâ mertebesine geldiğinde istemsizce sevgilinin arzusu peşinden sürüklendiğini görür. Sonra aşk hâline gelir. Aşktan sonraki mertebe ise teteyyümdür. Bu aşamada sevgili, seven kişiye tamamen sahip olur. Sevenin kalbinde sevgiliden başka kimse kalmaz. Bundan sonra kişi ne yaptığını bilemez hâle gelir ki buna veleh adı verilir. Kâsım b. Sellâm’a göre alaka kalpten ayrılmayan sevgi, cevâ gizli aşk, lev‘a aşk yangını, şeğaf sevginin kalbin zarına kadar ulaşmasıdır. Teteyyüm aşkına kul köle olmaktır. Tebl aşktan hasta olmak, tedlîh ise aşk sebebiyle aklın baştan gitmesidir.” (Ali Benli, İki Dilde Sevmek, sabahulkesi.com )
Bu uzun girişten sonra sizlere bir romandan bahsedeceğim: Sürgün Gönüllerde Aşk. Roman, Horasan Yayınları arasında 2006 yılında çıktı (elimdeki bu nüsha) ve Hüseyin Özcan tarafından kaleme alındı.
‘Sürgün Gönüllerde Aşk’
Eser, Hüseyin Özcan’ın ilk romanı olma özelliğini taşıyor ama ilk eseri değil. Eserin yazıyı yazma aşamasındaki araştırmalarım sırasında gördüm ki tiyatroya da uyarlanmış. İnternet ortamında sesli tiyatrosu da mevcut.
İlk basımı Horasan Yayınları arasında çıkan kitap, 240 sayfadan oluşuyor. Roman metninin akışı içindeki bilgilerden hareketle yazarın Türk edebiyatı alanında uzmanlaşmış bir akademisyen olduğu kanaati okurun zihninde ağır basıyor. Metnin içerisinde aşk, tasavvuf, vahdet-i vücut, edebiyat, sanat, rüya gibi kavramların açıklanışı, değişik şair ve düşünürlerden yapılan bu kavramlara yönelik alıntılar, Mevlâna’nın aşk anlayışı hakkındaki ayrıntı bilgiler, vb. bütün bunlar romanın kahramanı Cemal Hoca’nın kimliği ile yazar arasında bir bağ kurmamıza sebep oluyor.
Romanda kişiler ve çevre hakkında az da olsa analiz ve betimlemelere yer verilse de bu eserde roman bir bilgi aktarmada araç olarak kullanılmış desek yanlış söylemiş olmayız.
Roman, “Rüya, hakikat âlemine açılan pencerelerden, olmuş ve olacak hadiselerin aynen veya bir kısım sembollerle müşahede edilmesinden ibarettir. İnsan zihni, değişik baskı ve şartlanmalardan uzak kaldığı ölçüde, her rüya, ötelerden bir ışık, bir işaret gibi insanın önündeki karanlıkları aydınlatıp ona yol gösterebilir.” epigrafıyla başlıyor.
Sevgi
Eseri, esasen romanın baş kişilerinden Sevgi’deki düşünce değişimini gözlemleme yolculuğu olarak vasıflandırmak mümkün. Sevgi, kolej mezunu, rahata alışkın, istediklerini çok zahmet çekmemeden elde etmiş ve özgür olmayı seven, derslerine çok da önem vermeyen ama bir “vakıf” üniversitesini tutturabilecek kadar gayretli, bazı psikolojik sorunları bulunan bir öğrenci profiline sahip. Bundan başka Sevgi’nin resimde hayli yetenekli olduğunu görüyoruz. Resim onun için bir terapi niteliği taşıyor aynı zamanda.
Ders, okul, ev, eğlencelerle birinci tamamlanmış, ikinci yılın ders seçme zamanı gelmiştir. Biraz farklı bir şeyler yapmak düşüncesi hakimdir, bunu seçmeli derslerde yapabileceğini düşünerek kendi bölümünün dışındaki bölümlerden seçme fikrine yönelir. Seçilebilecek dersleri incelerken Türk Tasavvuf Edebiyatı dersi gözüne ilişir. Dersin içeriğini okur. İçerikte “Anadolu’daki tasavvuf hareketleri ve Mevlâna çerçevesinde, tasavvuf anlayışının ele alınacağı” yazmaktadır. Sevgi’nin “gördüğü gizemli rüyalar, metafiziğe olan ilgisi, resimlerini gördüğü semazenlerin etkisiyle Mevlâna’yı tanıma arzusu” bu dersi seçmesinde etkili olur. İlk başlarda biraz takip ederim, beğenmezsem değiştirme döneminde vazgeçer başka bir ders seçerim düşüncesindedir. Hemen belirtelim ki derse gelen Cemal Hoca’nın tavırları ve ele alınan konular, derse ısınmasına vesile olur.
Farklı bir ders, farklı bir Hoca
Cemal Hoca, otuz yaşlarında, bekâr, uzunca boylu, kumral, açık tenli, saçları ortadan ikiye ayrılmış, alanında uzman bir kişidir. Derslerde mümkün olduğunca öğrencilere sorular sorarak onları hem derse katma hem de derste tutma tavırlarıyla dikkatleri üzerinde toplar. Cemal Hoca, dersin içeriğiyle ilgili kısa bir konuşma yapar, sonra konuyu tasavvuf kavramıyla birlikte aşk ve Mevlâna üzerine çeker. Aşkın Doğu’da yaşandığını vurgulayan Hoca, öğrencilerin konuyla ilgili olarak neler düşündüklerini sorarak tasavvuf kelimesinin anlam boyutları üzerinde durur. Mevlâna’nın “Tasavvuf aşk ve vecdle ilahi vuslata erişmektir. Cân ve bekâ âlemidir.” sözünün akabinde “tasavvuf” yolunda olanlara “sufî” ya da “mutasavvıf” dendiğini, “sufi” kelimesinin köküyle ilgili farklı görüşler bulunduğunu belirtir ve bu görüşleri anlatır. Ayrıca tasavvufun eylem bilimi olduğunu, söylem bilimi olmadığını hatırlatır.
Aşk konusunda yukarıda yer verdiğimiz bazı düşünce ve beyitleri izah ettikten sonra konuyu sevgi rotasında devam ettirir ve Batı Klasiklerinden Bernardin de Saint-Pierre´nin yazdığı Paul ile Virjinie adlı romandan bazı alıntılar yapar. Koyu bir Katolik olan yazarın, romanın birçok yerinde ilahi mesajlar verdiğini belirtir. Yazarın “Yavrum Allah’tan yardım um. Kullarının sağlığını tanzim eden hep O’dur. Kim bilir belki de O, bugün seni deniyor, yarın mükafatını vermek için. Düşün ki dünyaya gelişimiz bizi Allah’a yaklaştıracak notlar kazanmak içindir.” cümleleri ile bir bakıma Allah’a yaklaşma yolu olan tasavvuf arasında bir ilişki kurar.
Seven sevdiğine bildirsin sevdiğini
Tasavvufun özünün aslında insanın kendini tanıması olduğunu, bunun için de kişinin kendisine daima “Neyim, nerden geldim, nereye gidiyorum, neyi arıyorum?” gibi bilinçlenme sorularını sorması önemlidir. Daha sonra konu sevgiye, sevginin açık edilmesine gelir. Çünkü sadece sevmek yetmez, onu sevdiğine bildirmek gerekir. Peygamberimizin (sallallahu aleyhi vesellem) “Biriniz kardeşini (Allah için) seviyorsa, ona sevdiğini söylesin." hadisini nakledilerek şair Behçet Necatigil’in “Sevgileri yarınlara bıraktınız/ Çekingen, tutuk, saygılı./ Bütün yakınlarınız/ Sizi yanlış tanıdı.” dizeleriyle başlayan “Sevgilerde” şiirine yer verilir. Necatigil şiirin devamında sevginin açık edilmesinin türlü sebeplerle ertelendiğine dikkat çekerek “Siz geniş zamanlar umuyordunuz/ Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek./ Yılların telâşlarda bu kadar çabuk/ Geçeceği aklınıza gelmezdi.” diyerek insanların içinde yeşeren pişmanlıklarını ortaya koyar.
Romanın başkişisi olan Sevgi, derste öğrendiklerini daha da geliştirmek ve genişletmek amacıyla Cemal Hoca’dan, Mevlâna’yı tanımak için eser tavsiye etmesini istemek amacıyla odasına doğru gider. Kapının açık olduğunu, içeriden ney seslerinin gelmekte olduğunu, masanın üzerinde bir sürü kitabın var olduğunu görür. Sevgi’yi kapıda görünce tebessüm ederek “Hoş geldiniz. Siz bölüm öğrencisi değilsiniz, dersten zevk alabiliyor musunuz, Sevgi’ydi adınız değil mi?” diye soran Cemal Hoca’nın bu tavrı Sevgi’yi şaşkına çevirir, hayretler içerisinde bırakır. Çünkü bölüm hocaları daha ismini bile bilmiyorken burada ismi hatırlanmıştır. Sevgi, kendisine yöneltilen sorulara “Derslerde söylediklerinizle ilgili kendimi sorguluyorum. Sanki bir şeyler arıyor ve bulmaya çalışıyorum.” diyerek cevap verince Cemal Hoca “Bu iyi bir gelişme. Denizin kıyısında durarak denizi aşamazsın. Arayan bulur.” der ve Albert Einstein’ın bu konudaki "Gerçeği aramak, onu elde etmekten daha kıymetlidir." sözünü hatırlatır. Sevgi’nin resim yeteneği ve Abidin Dino bağlamında devam eden sohbetin sonunda Mevlâna’nın -Şefik Can’ın tercüme ettiği- Mesnevi’sini tavsiye eder Cemal Hoca. Ondaki hem doğu hem batı hem de sanat bilgisi Sevgi’de büyük bir hayranlık uyandırır.
Paul ile Virginie’deki mutluluk
Paul ile Virginie romanını okuyan Sevgi, romandaki önemli bulduğu bazı bölümlerin altını çizer. Daha sonra Cemal Hoca da derste romandan epey alıntılar yapar. Çünkü koyu bir Katolik olan yazarın roman kahramanlarına söylettikleri ile Mevlâna’nın düşünceleri ve tasavvuf konuları arasında büyük bir paralellik vardır. Mesela, “İnsan, başkalarının saadeti ile meşgul olmadıkça mutlu olamaz.” der Paul.
Romanın ilerleyen sayfalarında Yunus Emre’nin ölüm ve aşk hakkındaki düşüncelerine, Mevlâna’nın babası Bahaddin Veled ile birlikte Belh’ten önce Karaman’a, oradan da Konya’ya gelişine yer verilir. Konya’da, Mevlâna ile Şems-i Tebrizî’nin karşılaşmaları, tanışmaları ve akabinde gelişen dostlukları, düşünceleri anlatılır.
Konu Şeb-i Arus’a gelir; bu, Mevlâna’nın 17 Aralık 1273 günü vefat ettiği tarihtir; ruhunu Rahman’a teslim ettiği gündür yani. “Düğün gecesi”, sevgiliye kavuşma gecesi anlamına gelen bu gecede, o gün bugündür sema törenleri yapılır.
Sevgi, dersin konularını iyiden iyiye sevmiştir; içinden “İyi ki bu dersi seçmişim.” der ve okumaya incelemeye devam eder.
İlerleyen sayfalarında aşk konusunun Mevlâna, Fuzuli ve diğer tasavvuf erbabınca nasıl anlaşıldığı, onların düşüncelerinin neler olduğu serdedilir. Mevlâna’yı tanımanın onun “Bu canım var oldukça ben Kur'an’a tutsağım/ Muhammed Mustafa’nın yolundaki toprağım/ Benden başkaca bir söz nakledenler olursa/ Hem onu söyleyenden hem o sözden uzağım” sözünü iyi anlamaktan geçtiği vurgulanır.
Eserde, Necip Fazıl Kısakürek’in “Aynalar” şiiri ele alınır, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Mehmet Kaplan’a edebiyat ve kültür insanlarının aşk ve tasavvuf kültürümüz konusundaki düşüncelerine yer verilir.
Sevgi’nin “Sonsuzluk”u
Romanın başkişilerinden Sevgi, Cemal Hoca’ya söz verdiği “Sonsuzluk” adını verdiği tablosunu tamamlar. Kendisine kimin gönderdiği belli olmayan, gizemli aynaya bakar, onu fırlatarak paramparça eder. Sonra semazenler gibi sema etmeye başlar. “Bir sarhoşluk hâli yaşayan” Sevgi, “maddeden sıyrılıp manaya doğru” yüzer. Bu arada daha önceki Mesnevi okumalarından hatırında kalan “Madem ki aşkın kılıcını vurdun canıma, tamamla şu işi; çünkü yarı ölüyüm yarı diri... Öldür beni, öldürdün mü aşkla dirilirim ben. İşte sustum, öldüm. Artık söz de bitti gitti.” der.
Monografik roman
Sürgün Gönüllerde Aşk hiç şüphesiz bir roman; bir kavramın tahlili romanı. Buna aynı zamanda “monografik roman” demek de mümkün. Çünkü eserde, esasen bir kavram olan aşkın etrafında Mevlâna’da aşk konusu ele alınıyor. Bu bakımdan onu romandan çok, aşk, tasavvuf ve Mevlâna hakkında düşünceler yumağı olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Eseri okuyup bitirdiğinizde gerçekten çok zengin bir kültürel birikim elde etmiş oluyorsunuz. Aslında roman formatında büyük bir sohbet dinlemiş oluyorsunuz. Bilindiği gibi Mesnevi “dinle” sözü ve emri ile başlar.
Mevlâna gibi gönül erlerinin düşüncelerine günümüz insanının ne kadar da çok muhtaç olduğunu gün geçtikçe daha çok idrak ediyoruz. Onların eksiklikleri daima hissediliyor. Ruhları şâd, mekânları cennet olsun. İnsanlığımı onların ortaya koyduğu sevgi atmosferinde huzur bulsun inşallah!