Bir başına yeterli değil ama eğitimle gürültü kirliliğine savaş açabiliriz, diye düşünüyorum. Eğitim ile gürültü arasındaki ilişki masaya yatırılsın, gündemde tutulsun ve gürültü kirliliğini yenebilmek için çaplı, kararlı, doğru bir mücadele başlatılsın.
Henüz çevrenin fiziksel, kimyasal, biyolojik kirliliği sorununun da üstesinden gelinebildiği söylenemez ama en azından birçok insan bu konuyla ilgili bir duyarlılık kazanmış, bilinçlenmiş durumda artık. Bu mücadelenin bir ivme kazandığı inkâr edilemez. Gürültü kirliliği konusunda da aynı noktaya gelinebilmesi, bence gürültüyle mücadelenin birinci aşaması olacak. Belki sonra da ışık kirliliğiyle mücadelenin önemini kavrar insanlar.
Belçika’da, Hollanda’da, İspanya’da, Portekiz’de, Fransa’da bulundum. Söylenenleri doğruluyorum; oralarda korna sesi duyduğumu hatırlamıyorum. Benim de burada, otomobilimin, motosikletimin kornasını haftalarca çalmadığım çok oluyor. Fakat ben bu hassasiyeti gösterirken birilerinin olur olmaz korna çalıp durmalarından nefret ediyorum, tiksiniyorum ve aramızda kalsın, bildiğim bütün türküleri (tabi maalesef içimden) sıralıyorum o hazretlere. Hele İzmir’de işlek bir cadde üzerinde bulunan anamın evine yatılı gittiğimde… Buca’yı İzmir’e bağlayan Menderes Caddesi… Bitmeyen gürültüler geliyor caddeden. Sabaha kadar be adam. Bitmiyor, bitmiyor.
1978-1980 yılları arasında öğretmenliği bırakıp gemilerde tayfa olarak çalıştım. 50.000 tonluk bir gemi düşünün… Bırakın ana makineyi, jeneratörler bile öyle gürültü yaparlar ki yaşamayana anlatılamaz… Makine dairesinin üzerindeki kamaramda, hiç de rahatsız olmadan mışıl mışıl uyudum iki yıl boyunca. Zaruretten doğan gürültüler başımın üstüne. Fakat keyfî çalınan kornalar, gürültü yapsın diye özel ayarlanan egzozlar, otomobillerin bagajlarına yerleştirilmiş, bence bir kenar mahalle lüksü olan devasa anfi ve hoparlörler…
Bütün bunlar var ama mevzuat yok, devlet yok. Devlet de yok, toplumda tepki ve otokontrol da yok. Bireysel birtakım tepkilerde de nasıl sonuçlar doğduğunu somut örnekleriyle medyadan öğreniyoruz. Uzunca bir zaman önce, Beşiktaş’ta, gece boyunca otomobillerinde âlem yapıp ses duvarını aşan müzikleriyle mahalle sakinlerini taciz eden serseriler, kendilerine ikazda bulundu diye bir genci bıçakla delik deşik ederek öldürmemişler miydi? Öldürenler, ceza, komik bir ceza almışlardır mutlaka ve artık zât-ı âlîlerini cezaevinde bütün halk, bizler besliyoruzdur! Lânet olsun.
Evet gürültüden, daha doğrusu dayatılan seslerden, en güzel ve en değerli içeriği olan seslerin bile dayatılmasından çok rahatsız olur insan. Türkçesini söyleyeyim; sokaklarda koca koca ses cihazlarıyla mevlüt okunması bile insanlara rahatsızlık verir. Dinlediğiniz Kur’an-ı Kerîm’in sesini dahi -ama fazla aşktan şevkten ama birilerine inat olsun diye- yükseltmeye hakkınız yoktur. Kör topal bağlama ve kaval çalan bir insanım, fakat bu enstrümanlarımın sesleri asla evimin dışına çıkmamaktadır. Çok mükemmel bir icracı olsaydım dahi, insanları beni dinlemek mecburiyetinde bırakmazdım. Ancak en sevdiğim, kendi başımayken zevkle dinlediğim bir ilahiyi veya türküyü de kimsenin bana zorla dinletmesine tahammül edemem. En güzel sesler bile, dinlemek zorunda bırakıldığım zaman çıldırtıyor beni. Kaldı ki güzellik izâfîdir. Senin beğendiğin müzik türünü, senin dinlediğin şarkıcıyı, ben beğenmek ve beğenmediğim şeyi de dinlemek zorunda mıyım?
Kentlerde yaşayan, ulaşım araçlarını kullanmak zorunda olan, apartman dairelerinde oturan, işyerlerinde yamyam makinelerin, arsız araç gereçlerin pençesinde bulunan insanlar, hiç değilse istirahat saatlerinde, tatil günlerinde gürültüsüz, sessiz ortamlar arıyor. Fakat ne mümkün! Evinde bile sessizliği bulamıyorsun.
Aydın Nazilli’de ikamet ediyordum. Evim, oldukça nezih bir semtteydi. Apartmanımız, bir siteye bitişik idi. Yazın Nazilli’nin sıcağını bilenler bana hak vereceklerdir, gece gündüz evin pencerelerinden hiç değilse birkaçının açık bırakılması gerekir. Aslında ortamla ilgili sorun yaşamıyorduk. Fakat o yaz, sitenin, bizim apartmana en yakın binasının ikinci katından müzik sesleriyle rahatsız olmaya başladık. Hiç de hoşuma gitmeyen tarz müzik parçaları, wofer ve baslarıyla yeri göğü inletiyordu. Kitap okuyorum, çeşitli yazılar yazıyorum, öğrenciler için ders notları, sorular hazırlıyorum… hayır bunların hiçbirini yapamıyorum! Sabır sabır sabır. Sonunda çıldırıyor ve kapılarına dayanıyorum. Evin hanımı: “Oğlum. Öğrenci. Dışarıda okuyor. N’olmuş yani, biraz dinleniyor…” Allak bulak oluyorum. Neler söylediğimi şimdi hatırlayamayacağım. Hemen hiçbir şey de söyleyemiyorum aslında, nutkum tutuluyor. Aradan bir müddet geçiyor, yine aynı durum. Yine kapılarının önündeyim. Bu defa keçi sakallı bir genç açıyor kapıyı, yükleniyorum: “Bana bak, sen mi çıkartıyorsun o kadar gürültüyü! Ne hakkın var çevrendeki insanları rahatsız etmeye! Polise gideceğim, haberiniz olsun! Ulan cihazın sesini bu kadar açacaksan pencerelerinizi kapat bari! Bak, elim ayağım titriyor, kötü şeyler yapmaktan korkuyorum!..” daha bir sürü şey söylüyorum. Ama konuşan, yalnızca benim. Karşıda tık yok. “Ben son defa uyarıyorum, ayağını denk al evlât, sonra karışmam ha!” deyip noktayı koyuyor eve dönüyorum.
Aradan ancak on gün geçmişti. Masamda oturmuş, bir öykü karalıyordum. Çok güçlü bir ıslık sesi…. Hani uzaktaki birine duyurmak için şu iki parmağı ağza sokup da çalınan cinsten. Ben çocukluğumdan beri hiç becerememişimdir öyle ıslık çalmayı. Bir ıslık daha, bir daha. Devam. Yer gök inliyor. Bitişiğimizdeki siteden geliyor yine. Herhalde yeni yetme bir oğlan, yeni öğrendiği bu marifeti tekrarlayıp duruyor. Eh. Ama bitmiyor. Pencereden bakıyorum, ortalıkta kimse yok. Binaların pencerelerine, balkonlarına bakıyorum, yine kimseyi göremiyorum. Fakat o ne? Beni rahatsız eden müzik seslerinin ortalığa döküldüğü pencere açık. Herhalde o keçi sakal, kendisi görünmeden intikam alıyor. Al başına belayı. Bende moral sıfır.
Ertesi gün yine aynı durum. Dayanamıyor, penceremden boşluğa bağırıyorum: “Yeter beee! Kesin ulan şu ıslık sesini!” Her kimse çalan, tınmıyor, devam. Dip odaya kaçıyorum, çıldıracağım. “Hanım, bana sert bir şey ver, ısırayım!” Biraz sonra eşim gülerek yanıma geliyor, beni elimden tutup az önce bağırdığım pencerenin önüne götürüyor ve eliyle öteki binanın dördüncü katındaki balkonu gösteriyor. Balkon demirinin yanında bir masa ve masanın üstünde bir kafes. Kafesin içinde de koca bir papağan. Islık çalıp durmakta. Fesübhanallah! Ona bile gürültü yapmayı öğretmişler, düşünün ne milletiz. Eğitim efendim, eğitim…
Papağan da yapsa gürültü gürültüdür. Bense artık takıntılıyım. Sonraki gün, tek saçma atan havalı tüfeğimi hazırladım. Aşağıdan yukarıya şansımı deneyecektim. Fakat yapamadım. Çünkü sahipleri de rahatsız olmuş olacaklar ki papağan ortadan temelli kayboldu.
Bütün gürültücüler gürültüden vazgeçseler ya da ortadan kaybolsalar ne iyi olurdu. Vesselâm.