Annem, çiçekli bahar dalı bir kadındı... Biz meyveleriydik o dalların... Dağ köylerinin bütün kadınları gibi annemin de çilelerle dolu bir hayatı vardı. Bu köylerde hayat, dışarıdan bakınca tertemiz havası ve doğasıyla çok güzel ve imrenilecek bir ortam gibi görünse de içinde daima büyük zorluklar barındırır. Çünkü oralarda yaşayanlar, bütün işlerini, genellikle beden gücüyle işlemeye mahkûm ve mecburdurlar, çünkü işlerin başka türlü işlenmesine, yürütülmesine âdeta imkân yoktur. Oradaki güzellikler, dışarıdan gelenler ve bakanlar için çok caziptir…
Dağlar ayaklarımdan tanır beni
Yörüklüğün apayrı bir zahmeti vardır; o inatçı ve gezegen (çok gezen) keçileri otlatmak; onların beslenmesi, sağlıkları ve sağımlarıyla ilgilenmek; çoluğun çocuğun yemesini, içmesini, temizliğini, giysisini de hayatının bir parçası olarak görmek; keçi ve koyun kırkmak, keçilerden kırkılan kılları ve koyunlardan kırkılan yünleri taraklarda tarayarak burma burma yapıp eğirilebilir hâle getirdikten sonra keçi ardında dere tepe koştururken kirmenlerle onları eğirerek yumak yumak ipe dönüştürmek... öyle her kadının yapabileceği ve kaldırabileceği işlerden değildir. Annem, bunlar gibi nice işlerin üstesinden gelen, iradesi ve yüreği güçlü, yiğit kadınlardandı…
Yörük kadınlarının hayatları, daima koşmaca ve koşuşturmaca içinde geçer. Yalan yok, keçi arkasında hayat, hep koşturmacadan ibarettir zaten. Çünkü yörük bunu bilir ki “Gara geçi ayağından doyar.” ve keçi edinmek isteyen bunu göze almalıdır. Adına keçi denilen bu güzel hayvan; dağ ova, dere tepe bilmez; bazen hızlı bazen yavaş olsa da hiç durmadan gezer! O, çok akıllı olmasının yanında, suyu gözesinden veya çeşmenin oluğundan içecek kadar ağzının tadını iyi bilir... O, geze geze, otların en tazesinden azar azar yiyerek doyar. Sütünün besleyici ve etinin çok lezzetli olması da bundandır. Bu maratoncu keçileri gütmek ve otlatmak, her çobanın hakkından geleceği bir iş değildir.
Dünya evi, yoğun iş evi
Üçü kız, üçü erkek olmak üzere altı güzel evlat yetiştiren güzel annem; böyle bir iş ortamında gözünü açmış, bunca işin cevcevinde (işlerin kaynadığı bir zaman), ortasında bulmuş kendini. Evlenmeden önce de keçi oğlak çobanlığı yapmış; keçilerin, koyunların ardındayken hayata uyanmış.
Molla Hüseyin dedemin ayağının kangren olması sebebiyle tedavi gördüğü hastanede vefat etmesi ile üç yaşlarında yetim kalan babamla evlendiğinde annem çok gençmiş. Bundan dolayı, annem için, “evlendirilmiş” demek daha doğru olur. Çünkü düğünleri babam askere gitmeden önce olmuş. Düğünden kısa bir süre sonra babam askere gitmiş. Babam askere gidince annem ninem ve hiç evlenmemiş olan rahmetli Havana halam ile birlikte yaşamaya devam etmişler. Bu yeni evinde de annem hayatın zorlukları ile ömrü boyunca mücadele etmiş!..
Babam, askerliğini İstanbul’da Anadolu Kavağı’nda yapmış. Burası; rahmetli babamın zaman zaman, anlattığı hatıralarına göre, türlü türlü meyve ağaçlarının bulunduğu, yoğun yeşilliklerle kaplı bir alanmış. İki yıl süren askerlik sonrası köye dönen babam; ninem, bekar hoca halam ve annem ile birlikte çiftçilik yapmaya devam etmiş, birkaç sene, İzmir Çamaltı Tuzlası’nda mevsimlik işçi olarak çalışmış.
Çocuktan çoban olur mu?
Babam ve annem, ablalarım ilkokul çağındayken, çiftçilik yapmaya devam ederken küçükbaş hayvan edinmenin yollarını da ararlar. Toplamda yirmi- yirmi beş kadar keçi koyunumuz olmaya başlar. Ben kendimi bildim bileli – Evin dördüncü çocuğuyum.- yirmi, yirmi beş kadar keçi koyunumuzla birlikte çobanlık hayatımız hep oldu. Biz, yaz kış, başka hayvan sahiplerinin hayvanlarını bizimkilere katmaları sonucu oluşan kalabalık sürüyü gütmeye, otlatmaya götürürdük. Yazın “yatak” adını verdiğimiz, tahta çitlerle çevrili alanda yatırırdık hayvanları, kendimiz de ters huni biçimindeki tahta kulübemiz olan “çömen”de yatardık. Kışın ise çok yağış olmadığı günlerde dağa, gütmeye gidilirdi, herkesin hayvanı kendi evinde yatardı. Kışın, keçiye gitme işini genellikle annem yapardı. Annem, keçiye gittiği günlerde akşamüzeri sırtında bazen kuru dal parçalarını bazen de keçilerin yemesi için yaş dallarını sarınıp getirirdi.
Annem, hiç okul yüzü görmemiş, bundan dolayı gönlü hep üzgün ve buruk yaşadı. Okul çağı zamanında köyümüzde ilkokul varmış var olmasına, ama kızlar okula gidip oğlanlara mektup mu yazacak gibi yanlış ve sakat bakış açısının bir sonucu olarak bazı kız çocuklarının okul ortamından uzak tutulması ile annem okuma yazma imkânı bulamamış. 12 Eylül sonrası düzenlenen okuma yazma kurslarına katılan annem, oradan “Okuryazarlık Belgesi”ni aldı. Kurs süresince büyük, belirgin yazıları okuyabilir hâle gelen annem, kursların kısa sürmesi sebebiyle okuma uğraşısı yarım kaldı!.. Yeni filizken kesilen bir fidan gibi, annem, okuryazarlık hayalini hiçbir zaman gerçekleştiremedi.
Annem okuryazar olamadı ama sevgi dili güzel Türkçemizi biz ondan öğrendik. Onun söyledikleri dilimizde yer etti, dimağlarımıza yerleşti. Ondan öğrendiklerimizle öğrendik başkaca bilgileri. Bugün neredeyse küçük bir kitap hacmine ulaşan, köyümüzde kullanılan kelimeleri derleme çalışması içerisinde onları bir araya toplayabiliyorsam bu, annemin bana kazandırmış olduğu dili sayesindedir.
‘Hızmat’ insanı annem
Dağ köylerinin hemen hemen bütün kadınları gibi annem hem çok hamarat hem çok çilekeş bir kadındı. Kışın ekmek edilecek, yemek pişirilecek, keçi gütmeye gidilecek, dağdan gelirken sırtta dal getirilecek yahut ikindi vakti toplamaya başlanan kuru dal parçaları yine sırta yüklenip keçilerle birlikte getirilecek, “yümelik”te(çamaşırhane, çamaşır yıkama evi) “küllü su” ile “geycekler”(giyecekler) yıkanacak, karlı günlerde evde kalan keçilerin esaslı yiyeceği için “dal kesme”ye gidilecek, bir yandan küçük çocukların bakımı ve görümü yapılacak… Yetmedi; yazın ekin orağına gidip ekin biçilecek, desteler bir araya getirilip sarınılarak toplanacak, “geçi annacı”na gidilecek, keçiler sağılacak, yemek ekmek yapılacak, çocuklar yemek yiyecek. Yüce Mevlâ, ailemizin ilk çocuklarını kız yaratarak bilhassa anneme, her türlü işlerinde her daim yardımcılar olarak göndermiş. Yoksa ilk üçü oğlan çocuğu olsaydı onlar anneme yeterince yardımcı olamayacağından işleri, yorgunluğu, zahmeti daha da artacaktı annemin.
Dağ köylerinin kadınlarının işlerinin türleri mevsime göre değişse de yoğunluğu asla değişmezdi. Bu bağlamda annem de her daim hızmat (hizmet) insanıydı; -iş demezdik biz, hep hızmat derdik-; kışın ayrı, baharın ve yazın ayrı, sonbaharda apayrı bir iş yoğunluğu beklerdi onu ve bizleri. Kışın, evin altındaki ahırlarda kalan koyunları, kuzuları, keçileri ve oğlakları öncelikle ayrı ayrı bölmelerde kalmalarını sağlamalısınız ve bunların her bir grubuna ayrı yemleklerde ayrı ayrı yeygiler hazırlamalısınız. Koyunlara ayrı, kuzulara, oğlaklara ayrı, keçilere ayrı ayrı yeygiler!..
Yazın büyük büyük getirilip kurutulan otlar, sabah erkenden kalkılıp hayvanların yiyebilecekleri oranda çentilerek ufaklanmalı. Ufaklanmalı ki yeğiler; yemliğin dışına dökülmesin, ayaklar altına alınmasın, israf edilmesin!.. Çok ufak, ince yapılırsa bu sefer, onları zamanında yetiştirmek çok zor olur. Birbirinden zor bu işlerin neredeyse hepsi, zaman zaman babam yardım etmiş olsa da genelde annemin sabah sabah yaptıklarındandı.
Annemin yemekleri
Bitti mi, elbette hayır!.. Bir de hem büyükbaş hayvanların yemi, suyu bakılacak diğer yandan da ekmek edilecek; öyle şimdilerde yapıldığı gibi bir aylık ekmek yapıp onu “tavlamak” ile işi kolay kılmak yoktu, bilinmiyordu o zamanlar. Hemen hemen her sabah, o gün yapılan taptaze, sıcacık misir (mısır) ekmeği veya melez ekmek (yufka) soframızda yer alırdı. Onun için bizim kahvaltılarımızda ekmek ile pekmez, elyağı (tereyağı) veya don yağı (iç yağı) ile yağlanmış ekmek hep vardır. Kışın, sacların üstünde, daha çok, misir ekmeği vardır.
Söz yemekten açılmışken annemin bunca işin gücün arasında yemek yapmada özel uğraş içerisinde olduğunu söyleyemem ama annem, geleneksel kültürden devralınan yemekleri yapmaktan da geri durmazdı. Bunlar arasında yufkanın ince ince kıyılmasıyla yapılan ekmek makarnası, ilenböre (leğen böreği), lahana yapraklarının doğranarak bulgur ile birlikte sulu bir şekilde pişirilen ilânaşı (lahana aşı), yahni yani etli nohut yemeği, -mevsimine göre- kuru fasulye, taze fasulye, domates kavurması, domatesli bulgur aşı, buğday ve nohut karışımı haşlanarak pişirilen ve öğütülmüş ceviz ilavesiyle yenen dirit (tirit), lahana veya bağ yapığı (yaprağı) sarması, tereyağı (elyağı), çiçek yağı veya don yağı ile yağlanmış ekmek (sıcak sıcak yemek lezzetini artırır.), kumpiri yemeği (patates), külde kumpiri, kavurtmaçlı (iç yağının eritilmesinden arta kalan kavurma) pırasa, kumpirili ve kurutulmuş biberli, dökme (top) tarhana ve zaman zaman da mısır unuyla yapılan arabaşı… Tatlıları arasında un ve pekmezle yapılan bulamaç (pudding), balkabağından süt ile yaptığı sütlü kabak tatlısı, kar ile pekmezin karşımı kar şerbeti(karsambaç) da çocukluğumuzdan beri ağzımızı tatlandıran tatlılardır.
Annemin dokumaları
Annem bilhassa kış mevsiminde, keçiye gitmediği günlerde mutafın başına oturur, evin ihtiyacına göre kıl, yün ve pamuk iplerinden çeşitli dokumalar yapardı. İplerin dokuma işlemine gelmeden yapılması gereken aşamaları vardı. Koyun ve keçilerin kırkımlarından elde edilen, güzelce tertemiz oluncaya kadar suda yıkanıp kurutulan yün ve kıllar, daha sonra kıl tarağında iyice tarana tarana kabartılır, ardından oklava kalınlığında kabaca bükmelerle eğirmek üzere kola geçirilebilecek şekilde burmalar hâlinde hazırlanır. Burmalar, kirmen (kirman) ile eğire eğire ip yumaklarına dönüştürülür. Sonra iplerden mutaflarda dikey gerili iplerle çözgü hazırlanır. Üzeri iplerle sarılı, bir metreden uzun bir çubuk vasıtasıyla (bir nevi mekik) çözgünün arasından geçirilen yatay ipler mutaf tarağıyla sıkılaştırılır, pekiştirilir. Bu işlem; kıl, yün ve pamuk ipleriyle yapılan dokumaları için de geçerlidir.
Kıl ipinden çâşır (çakşır), çul, çuval ve harar yapımında kullanılacak parçaları dokurdu. O parçalar, kıl ipleriyle dikilerek birleştirildi. Birleştirme işini genellikle babam yapardı ki onun da özel dikme, birleştirme usulleri söz konusuydu. Yün dokumalardan, daha çok çul, torba ve heybe yapılırdı. Bir de pamuk ipliğinden yapılan dokumalar da vardı ki onlardan çuval, heybe, torba, kolan yapılırdı. Bunlardan başka kilim, namazla (seccade) dokumuşluğu da vardır belki ama ben bilmiyorum. Bu dokumalarda kolan, çul, heybe ve torbada birtakım yañışlar (desenler) işlenirdi. Bunlar arasında “bızadişi” ve “eğrisu” adı verilen desenler vardı.
Kendi hayatını yaşayamamak
Öte yandan annem; duygularını, düşüncelerini -bir tür sosyal baskı sebebiyle- her zaman rahat bir şekilde davranışlarına dönüştürme imkânı bulamamış. Kaynanasının (ninemin) yanında çocuklarına sevgisini yeteri derece gösterememiş. Oldum olası bizleri hep adımızla çağırmıştır; son yirmi yılı hariç tutarsak annem bizi hep adımızla çağırmıştır. Oysaki annemizin “oğlum, kızım” diyerek bize öyle hitap etmesine çocukluk yıllarımızda ne kadar çok istemişizdir!.. İşin bu faslı sadece annem için geçerli değildi, babam için de durum aynıydı. O da bizleri içten içe çok sevmesine rağmen, annesinin yanında, sevdiğini davranış olarak bize gösterememiştir.
“El âlem ne der, kınarlar bizi!” düşüncesi, davranışlarımıza hep yön vermiş, bir bakıma hep başkaları için yaşamışız. Bu, işin ifrat tarafı. Geleneği tümüyle reddetmek de tefrit tarafı. Orta yol üzere bulunmak, o yoldan ilerlemek en doğrusuydu ama yol bitti, ömür yetmedi!..
Annem, çiçekli bahar dalı bir kadındı... Biz meyveleriydik o dalların.. O çiçekler, kıyamete dek açmaya devam edecek, tabii ki meyvelerini vermeye de!..