Göçmen kuşlar, göçmen kuşlar… Okul sıralarında oturdum oturalı, hangi sınıftaki kitabı aldımsa elime, bir şekilde, çoğu kez de şiir olarak o kitaplarda yerlerini almıştır, bu dünyanın en hareketli mahlukatı içinde baş sırayı alacak olan kuşlar, göçmen kuşlar.
İnsan da bir göçmen kuş değil mi zaten? Şu dünyada bir oraya bir buraya göçtükçe göçüyor; doğduğu yerden doyduğu yere. Rezzak-ı Hakiki’nin hazırladığı rızkını, nasibini aramanın peşine düşüp gitmiyor mu?
Dostlar, arkadaşlar arasında zaman zaman latife yollu olarak hep söylenmiyor mu? Nerelisin diye sorulduğunda kimileri doğduğu yerin adını verir kimileri de el’an çalışmakta olduğu, “doyduğu” memleketin, şehrin adını…
Dilin vazifesi kalbin ve aklın ürettiklerini pazarlamaktır, hem de en güzel biçimde. Dili de en iyi, en güzel biçimde kullanan şairler, ediplerdir ki en nadide biçimde söyler ve yazarlar sözlerini. Tam da demek istediğimi söylüyor bu şairler dersiniz çoğu zaman. Şair Ahmet Erhan’ın Milattan Önceki Şiirler’indeki dizeleri de benim için öyle: “Bir göçmen kuştum ki ben, güneyi hiç bulamadım/ Uçmak istesem yasakların surları dururdu önümde.”
Sahi, göçmen kuşlar, nereden gelip nereye giderler, niçin gelirler, niçin giderler? Serçe kadar küçük kolibri kuşundan gözü pek, koskocaman kartallara kadar binlerce çeşit kuş, her yıl belli vakitlerde üreme ve kışlama bölgeleri arasında uzun yolculuklar yaparlar. İlkbaharla birlikte Güney yarımküreden Kuzey yarımküreye doğru upuzun bir seyahate çıkar, Kuzey yarımküredeki alanlarda yumurtlayıp ürerler. Sonbaharda soğukların başlamasıyla birlikte yeni yavrularını da yanlarına alarak Güney yarımkürede kışlamak üzere yola çıkarlar. Göçmen kuşların hayatı böyle, biteviye devam eder. Öyle de zengindirler işte hem yazlıkları vardır hem de kışlıkları.
“Göç göç oldu, göçler yola dizildi”
Göç demeyin içim göçüyor, darmadağın oluyor duygularım, kalbim, ah yaralı kalbim. Sahi nedir bilir misin göçü sen? Ben bilir miyim mukimliği, meskenetinde her daim oturmayı, böyle her zaman? Sözlüklerin, lügatlerin söyledikleri doğrudur belki ama yeterli midir peki, anlattıkları? Hiç sanmam. Sınırsız heva ve heveslere, duygu ve düşüncelere sahip insanoğlunun bu hâlini anlatabilir mi o sınırlı sayıdaki kelimeler ve sesler? Hiç mümkün mü sınırsızı anlatması sınırlının, asla!..
Her bir göçün anlamı bir mi?
Sözlükler göç için; “ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi, taşınma, hicret, muhaceret” etmek demek olduğunu söylediler önce. Kelimeler de açıldıkça açıldı sonra, tıpkı açık deniz anlam kıyıları… Sonra, en çok yaptığımız anlamıyla karşımıza dikiliverdi göç: “evden eve taşınma, nakil”. Modern hayatın gereklilikleri arasında yer alıyor artık taşınmalar, bir yerden bir yere göçmeler, ayrılmalar, ayrılıklar… Kimi iş bulmak için köyünden kalkıp ilçeye, ile gidiyor yahut başka, yakın ve uzak illere… Kimi de atamasının yapılmasıyla birlikte elde ettiği resmi görevi dolayısıyla gidiyor doğup büyüdüğü memleketinden, başka şehirlere…
Herkesin göçü bir değil ki göç yükü aynı olsun! Sözlükler bu yükü de göçle ifade etmişler; baksanıza ne diyor: “taşınma sırasında götürülen ev eşyaları”. Elbette herkesin görevi, hâli, vakti farklı olunca eşyası da farklı oluyor. Kimisi talebe kimisi muvazzaf, kimisi evli, kimi bekâr. Kimisi eşya canlısı kimisi kanaatkâr; az eşyayla yetinir. Kimisi de dünyayı sırtlanmış omuzlarında başka taşıyıcı yok gibi bütün yükleri yüklenmiştir.
Kelimenin en etkileyici anlamı burada yer alıyor: “kuşların, geyiklerin, yarasaların, bazı balık ve böceklerin mevsim, iklim, besin miktarı vb.ne göre çevre değiştirmeleri” Neden en etkileyici anlamı dedim biliyor musunuz? Çünkü belli bir yurdu, yuvayı, meskeni sahiplenilemeyişinden. Üç mevsimdir hazırladığı yuvayı bir sabah ya da akşam başlayan/başlayacak olan göçle birlikte terk edip gidecek oluşundan; bütün yaşanmışlıklarıyla birlikte, bütün güzellikleri, sevinçleri ve hüzünleriyle birlikte bırakarak… Tıpkı bu dünyadan ahirete göçmek gibi.
Sözlükler mi kıskanç yoksa?
Sözlükler biraz kıskançtır, kelimelerin öyle her anlamını size fısıldayıvermez. Biraz da sen uğraş, metindeki anlamı çözmeye diyerek sırtını okşar okurun, metni anlamlandırmaya, alımlamaya teşvik eder onu. Dahası, “göç”ün anlamındaki şu hüzzam besteyi, kalplerin bamteline dokunan o sesi, tınıyı vermez, ama dinle de hisset der. Hissedince anlarız ki her göç bir yıkılıştır, bulunulan yerdeki maddi ve manevi varlığı kaybediştir. Nokta nokta, adım adım siliştir âdeta… Giderken hatıraların da beraberinde gelir ama hepsi değil. Gelenlerin bazıları da yollarda yok olup gider. Gelemeyeni de vardır onların, insanların olduğu gibi. İşte o hatıralar, o yıkılışın molozları altında kalanlardır.
Göç olur da çeşidi olmaz mı onun? İç göçü vardır, beyin göçü vardır, dahası, kültür göçü ve ruh göçü vardır. Bunların ardında ne dramlar saklıdır kim bilir ne acılar… onu sadece çekenler bilir. İç göçü de “bir ülke sınırları içinde genellikle küçük yerleşim bölgelerinden büyük kentlere geçici veya sürekli kalmak üzere göç etme” olarak tanımlarız. Bir de beyin göçü vardır ki “ileri düzeydeki meslek ve bilim adamları ile uzmanların bir başka gelişmiş ülkede yerleşip çalışmak amacı ile kendi ülkelerinden ayrılması”dır.
Gelişmekte olan ülkelerin kaderidir bu. Bu kader, bilhassa son yıllarda ülkemizde had safhada yaşandı. Yetişmiş onca birikimden ülkem insanı mahrum kaldı. Bir veba gibi kaplayan kıskançlık sebebiyle heba edildi onca birikim, enerji ve değer. Kültür göçü ise “bir kültür motifinin veya kültürel bir uygulamanın bir başka kültüre geçmesi”dir ki bir başka ülke o motife sahip çıkar. Bundan başka bir de “ruh göçü” vardır, Hintlilerin “reenkarnasyon” dedikleri. “Ruhun bir bedenden başka bir bedene geçerek varlığını sürdürdüğü inancı”dır ki buna“tenasüh” de denir.
Kuşlara çizilen rota
Kuşlar için çizilen ilahi rotanın insan için çizilmemiş olması, onu doğduğu coğrafyada da hayatını sürdürmeye elverişli imkânların yaratılmış olmasından mıdır? Bu anlamda, insan için de çizilmiş bir rota elbette vardır; gah sabit gah hareketli. Sabit mi yoksa hareketli mi olacağına insanın kendisi karar verir.
Peki insan neden göçer, doğup büyüdüğü yeri neden terk eder? Kuşların göç etmesine sebep belli: rızıkları. İnsan da nasibinin peşinden koşar göç ederken, ama kuşlarınki kadar belirgin değildir. İnsanın göçüne sebep nedir, onlara neler perdedir? Cevap da bir sorudur: Perde olmayan neler yoktur ki?
Gülten Akın, Toplu Şiirler II’nin göçlere değindiği “Sunuş” yazısında “Anadolu'da Celali İsyanlarının 1603'ten 1610'a kadar süren döneminde bir büyük göç vardır. Halk buna "büyük kaçgunluk" demiştir. Bu dönemde çok kişi çiftlerini bozarak, köylerini bırakarak, göçmüşlerdir. Kentlere, kasabalara göçmüşlerdir. Kalelere, palankalara sığınmışlardır. Ulaşılması güç, sarp, ormanlık yerlerde kurdukları yeni köylere taşınmışlardır. Doğuya, sınır illerine göçmüşlerdir. Genç olanlar, güçleri yerinde olanlar, levent bölüklerine karışmışlardır.” diyerek Anadolu’da yaşanan göçlerin perdelerini aralamaya çalışır.
Pirlerin yolunda, onların izinde
Meseleyi daha geniş bir açıdan ele alan İsmail Özmen de hazırlamış olduğu beş ciltlik Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi’nin “Giriş” yazısında konuyu Ata yurdumuz Orta Asya’dan Anadolu’ya, oradan Balkanlara kadar genişleterek ele alır: “Yerinden, yurdundan, kültüründen, inancından koparılan yüzbinler hızla, çoğu düzensiz olarak deli ırmaklar gibi hep Batıya doğru akmaya, yeni devletler kurum ve kuruluşlar oluşturmaya başladılar. Her topluluk, her göç giderken nereye gittiğini güneşe, aya, yıldızlara, ota, kuşa baka baka önderlerine, pirlerine, babalarına sora sora gidip buldular. Pirlerinin attığı köseğinin düştüğü yere vardılar. Yanan köseğiyi dikip yeşillendirdiler. Köseği ağaç oldu meyve, yemiş verdi.”
Orta Asya’dan Anadolu’ya, oradan da Balkanlara, Avrupa’ya göçen gönül erleri sevgi ve hoşgörüyü götürdüler beraberlerinde. Balkanlarda Müslümanlığın gönüllerde makes bulmasına vesile oldular. Yaşadılar, yaşadıklarını söylediler, söylediklerini yaşadılar. Bu hâlin ete kemiğe bürünmüş şekli Blagay kasabasında, Neretva nehrinin önemli kollarından olan Buna nehrinin gözesinde Sarı Saltuk olarak göründü. Orada kurulan tekkeye, “Alperenler Tekkesi” dendi, öyle nam saldı halkın gönüllerinde. Onlar hâllerini an oldu sözle an oldu şiirle anlattılar, yazı olarak sundular. Hoşgörüyü, sevgiyi, barışı, insanı baş göz üstünde tuttular. Nice nice gönüllere girdiler de gönül sahipleri onların hâlleriyle hidayete erdiler. Böylelikle Balkanlar, oraya göç edenlerden daha fazla Müslüman nüfusa erdi.
Göç dile gelse
Göç eğer dile gelseydi insanoğlu ile yol arkadaşlığı sürecini, belki de şöyle anlatırdı: Rabbim, Hz. Âdem’i ve eşi Hz. Havva’yı yaratıp cennete koyması, yasaklanan meyveye bu iki aziz insanın bir anı seyyalede yaklaşması sonucu başladı bizim hikayemiz. Kuşlardan önce belki de insanoğlu göç etti. Göç kavramı insanoğlu ile yaşıt, onunla akran.
İnsanlık tarihinde en büyük göç ne diye sorulsa buna farklı farklı cevaplar verilebilir. Bütün göçlere tanıklık etmiş biri ve o göçün kendisi olarak derim ki en büyük göç, Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın (Allah onlardan razı olsun) dünya âlemine göçüdür. Çünkü insanlığın yeryüzüne inişinden daha büyük değildir insanların yaşadığı diğer göçler.
Dünya âlemindeki ilk göç ise eşi Hz. Havva’yı bulmak için Hz. Âdem’in arayışıdır. İbn-i Esir, İslam Tarihi adlı eserinin Hz. Âdem’in (as) hayatının anlatıldığı bölümde (1.cilt), İbni Abbas’tan rivayetle şöyle demektedir: “Yüce Allah Hz. Âdem’i Hindistan’ın Serendip adasında Nud adı verilen bir dağın tepesine, eşi Havva’yı da Cidde adı verilen bir kasabanın çevresine indirmiştir. Hz. Âdem Havva’yı arayıp bulmak için adımını attığı ve bastığı her yer bir köy ve kasaba hâline gelmiştir. Adımlarının arası o kadar genişti ki, her iki ayağının arası da bir ovaya dönüşüyordu.”(Halil Akgünler, Yeni Asya)
İlk irtihal
Dünya âleminde ikinci göç ise Habil’in ahirete, ebedî âleme göçüdür. Bu göç, bundan sonraki göçlerin, irtihallerin, ebedî âleme çıkılan bireysel yolculukların da öncüsüdür.
Cennet misali olan yeryüzünü, insanlığın nankörlükleri, şükürsüzlükleri, şeytana arkadaşlıkları ile yoldan çıkmaları neticesinde hidayete ermesi için, onlara yol gösterici olarak gönderilen peygamberleri dinlememeler, hakikate kulak tıkamalar ve nihayetinde bir belâ ve azap olarak gelen tufan!..
Tufan ve ilk toplu göç
Tufan, insanlık tarihinin topluca yapılan ilk büyük göçüdür. Allah’ın vahyetmesi ile gemi inşa eden Hz. Nuh (aleyhisselam) hayvanlardan birer çift olmak üzere, kendisine iman eden müminleri gemiye alır. İnanmayanlar zaten o büyük peygamberle dalga geçerler âdeta. Ne acıdır ki eşi ve öz oğlu da inanmayıp gemiye binmeyenler arasında yer aldılar. Gemiye binenler tufanın, azabın şerrinden Yüce Mevlâ’nın korumasında kurtuluşa erdiler ve gemi, Cudi dağına -bazı kaynaklarda Ağrı dağına- demir attı. Böylece insanlar, bu kurtuluşa erenlerden çoğaldı.
Kölelikten vezirliğe
İnsan, bir yerden başka bir yere göçmeyi çoğu zaman kendi isteğiyle gerçekleştirir. Bazen de cebri bir göç söz konusudur, içinde kaderin nice cilveleri olan, Hz. Yusuf’un (aleyhisselam) göçü böyle başlar. En yakınlarının, kardeşlerinin ihaneti ile ölmesi için kuyuya atılması, oradan kervancıların eliyle köle pazarlarında satılması, Firavunun sarayına hizmetçi olarak alınması, orada büyük bir iftiraya uğraması, hapislerde yatması, derken sarayın maliye işlerine bakan vezirliğe getirilmesi, bu sırada ailesi ile iletişime geçmesi, sonrasında onun yokluğunda ağlamaktan kör olan gözlere sahip Hz. Yakup’un (aleyhisselam) ve oğullarıyla birlikte Mısır’a göçmesi göçler tarihindeki en önemli olaylardan biridir.
Kızıldeniz’de açılan yol
Bilebildiğimiz kadarıyla toplu göçlerin ikincisi Hz. Musa’nın İsrailoğulları birlikte mısırdan çöl yolu üzerinden Kızıldeniz’e doğru olanıdır. Mısır’da halkın ve Firavun’un baskısından bunalan İsrailoğulları’nın bu göçüne ilk önce razı olan firavun, daha sonra pişman olur ve onları takip eder. Kızıldeniz kenarında yetişir. Önde deniz, arkada firavun ordusu; bir bakıma iki düşman arasında sıkışmış bir hâl üzere olan İsrailoğulları Hz. Musa’nın asasını Kızıldeniz’e vurup on iki kol hâlinde yol açılmasıyla karşıya Kenan iline geçerler, Firavun ve ordusu aynı yoldan gitmek isterlerken denizin sularının birbirine kavuşması sonucu boğulur.
Göç etmek, bazen bir gönüllülük bazen de bir zorunluluktur. İnsanların dünyaya hükmetme, dünya malına, mülküne aşırı sahiplenme isteği karşısında var olan huzurları, güvenli bir şekilde hayat sürmeleri ortadan kalkınca, özgür ve güvenli bölgeler, yerler aramak zorunda kalmışlar, o güne kadar mesken ettikleri yuvalarından, yurtların ayrılıp başka başka ülkelere göçüp gitmişlerdir.
Göçler de göçer mi bu dünyadan?
Göç ile nice acılar, hüzünler, yokluklar, yoksunluklar, ölümler, kayıplar yaşandı; kimileri yollarda hastalanıp öldü, ebedi âleme göçtü. Kimileri sular altında kaldı, henüz dünya hayatını yeterince yaşayamadan.
Kimileri ihmal etti göçmeyi de giden kervanın ardından Yunus misali “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” diye diye inledi; gitmeyişliğin, geride kalmışlığın pişmanlığı üzerine.
Ahirete göç edenlerimiz için, kendisi de bu göç kervanına katılan merhum Erdem Bayazıt’ın “Önden Gidenler İçin” şiirinden alıntıladığımız bazı dizelerle yazımıza nokta koyalım:
“Onlar gittiler
Gelen zamandan bir haber gibiydiler.
Ben şimdi bu yanda
İçilmiş bir and için bekleyenim
Kurulmuş saat gibi.
Onlar gittiler
Giderken bir muştu gibiydiler.”