İnsanoğlu farklı fıtrat ve yeteneklerle donatılarak yaratılmıştır. Bu, hayatını toplumsallık üzerine kuran biz kullarına Yüce Yaratıcının bir ikramıdır. Çünkü her farklı yetenek, kendini ortaya koyarak birey olarak varlığını ispat-ı vücut etmekte, toplum da o alandaki ihtiyacını gidermektedir.
Sanat, insan ruhunun derinliklerinden gelen ince ince damarların yine o ruha besleyici esintileri ortaya koyma işinden başka bir şey değildir. Bu esintiler insanın ruhu, vicdanı, aklı, ufku, hayali, güzellik anlayışı, dünyayı ve vereni algılayışı ve kavrayışı, vb. etkenlerle birlikte ortaya konan bir bileşimdir.
Her insanda bu incelikleri görmek mümkün değilse de her insanın bir sanat ruhu az ya da çok vardır. Sanat ruhunu taşıyanlar bunu güzel sanatların kollarından en az birinden biriyle belli eder. Bu alandaki varlığını ortaya koyar. Güzel sanatlar deyince aklımıza resim, musiki, edebiyat, mimarlık, heykel, tiyatro ve dans gelmektedir. Bu sanatların kullandığı malzemeler kendine özgüdür; bazıları ortak malzemeyi kullanır. Meselâ, edebiyat ve onun alt dalı olan şiir, sesi yani kelimeleri kullanır. Günümüzde görsel unsurların da kullanıldığı söz konusu ise de edebiyatta asıl olan kelimedir ve kelimelerdeki sestir, ahenktir.
Nedir sanat? Türk Dil Kurumu sözlüklerinde sanat “bir duygu, tasarı, güzellik vb.nin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık” olarak tanımlanır. Kelimenin bundan başka yan ve mecazi anlamları da vardır.
Sanat elbette bir görecelik barındırır. Bütün dalları bir beğeni, bir haz, bir güzellik anlayışı hâkim olduğundan görece bir kavramdır sanat. Ortaya konan bir sanat eserini beğenebilirsiniz de beğenmeyebilirsiniz de; bu sizin sanata bakışınıza, sanat anlayışınıza, evreni anlayış ve algılayış bicimize göre değişebilecek bir durumdur. Ama bilinen bir şey varsa da o şudur: Allah güzeldir, güzeli yaratır.
***
İçinde bulunduğumuz mayıs ayının son haftası bize büyük bir söz ustasının bu dünyadan gelip geçtiğini hatırlatır: Necip fazıl Kısakürek!
Necip Fazıl, modern Türk edebiyatının en büyük şairlerindendir şüphesiz. O bilhassa şiir vadilerinin en parlak çiçeğidir. İdeolojisini seversiniz sevmezsiniz, yaşantısını beğenirsiniz beğenmezsiniz bunlar ayrı bir konu. Ama Türk diline ve edebiyatına eserleriyle katkılarından dolayı edebiyatımızın unutulmaz, dev sanatçıları arasında yer almıştır, bu da bir gerçektir.
Onun hayatının iki devresi var şüphesiz. Bunu kendisi de “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;/Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...” diyerek önceki hayatının boş ve faydasız geçtiğini söyler.
Onun topluma, hayata, insana, şehre, insanın hayatı anlama ve algılama biçimlerine dair söyledikleri pek çoktur şüphesiz. Kahramanmaraşlı bir aileden gelmiş olmasına rağmen İstanbul âşığı bir şairdir. Bunu “Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,/Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...” dizelerinin somutlaştığı “Canım İstanbul” adli şiiriyle ortaya koymuştur. Bu şiirde İstanbul’un hem tarihine hem de güzelliklerine derin vurgular vardır. Şiir, şöyle sona erer: “Ana gibi yâr olmaz, İstanbul gibi diyar;/Güleni şöyle dursun, ağlayanı ağlayanı bahtiyar...//Gecesi sümbül kokan/Türkçesi bülbül kokan/İstanbul,/İstanbul....”
O, hem hayatının çileli bir şekilde geçtiğini hem de tasavvufi bir anlama sahip olan çile doldurmak, vb. anlamları çağrıştırdığını ortaya koyması bakımından şiirlerini bir araya getirdiği kitabın adına Çile ismini vermiştir. Çile, şairini en iyi anlatan şiirlerindendir. Yaşadığı buhranlarını en iyi dile getiren önemli bir metindir Çile. Bu, sadece şairini değil aynı zaman benzeri buhranlar yaşayan yirminci yüzyıl gençliğinin dramını ve psikolojisini de en güzel şekilde yansıtır: “Niçin küçülüyor eşya uzakta?/Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?/Zamanın raksı ne, bir yuvarlakta?/Sonum varmış, onu öğrensem asıl?”
Sorular, sorular, üst üste sorular. Sorular ki insanı adam eder, olgunlaştırır; fikirden fikre bir yolculuk yaptırır. Necip Fazıl da yaşadığı dramla birlikte hayatın anlamı sorgulayarak hakikati bulma noktasında büyük çaba sarf eder. Allah, onun karşısına AbdülhakimArvasi (ks.) çıkararak en büyük nimeti bahşetmiştir. Çünkü ondan aldığı ders ve himmetle “hidayete” ermiş, sanatkârlıktan, “büyük sanatkârlığa” giden yolu bulmuştur:“Kaçır beni âhenk, al beni birlik;/Artık barınamam gölge varlıkta/Ver cüceye, onun olsun şairlik/Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta.”
Herkesin olmaya çalıştığı, bu uğurda büyük gayretler sarf ettiği “şairliği” küçümsemesini nasıl anlamalıyız? Onda çok belirgin bir vasıf olan “gurur”un ifadesi mi yoksa işin içinde başka başka anlamlar mı mevcut? Kanaatimize göre o, insanın bu dünyaya gönderiliş gayesine matuf olarak hayatı ve evreni anlama ve anlamlandırma çabasına girdikten, “boşuna uçurtma uçurduğu” zamanlardan kurtulduktan sonra bu dünyaya ait sözleri söylemeyi şairlik, insanın Rabbi ile arasındaki asıl anlamı anlatmayı da “büyük sanatkârlık” olarak değerlendirmiştir. Şiirlerinden bunun böyle olduğunu görüyor ve anlıyoruz.
Üstat Necip Fazıl Kısakürek, bu dünyaya geldiğinden bir gün önce hayata veda etmiştir. 26 Mayıs’ta (1904) doğmuş, 25 Mayıs’ta (1983) vefat ederek ebedi âleme göçmüş, bu dünyanın mihnet yükünden kurtulmuştur.
Ruhu şâd, mekânı cennet olsun!