Varlıklar âleminde iletişimin esası, istisnasız sestir. Esası diyorum çünkü sesin olmadığı yerde gerçek bir iletişimden bahsedilemez. Evet, başka araçlarla, işaretlerle de iletişim kurmak mümkündür. Ama hiçbir iletişim, sesin verdiği ölçüde bir etkileşim; duygu, düşünce ve ifade-i meram aktarımı sağlayamaz. Onun içindir ki ses, iletişimin esasını oluşturur.
“Tellal çağırmak, tellal çağırtmak, tellal salmak” çok eski zamanlardan beri iletişim ve etkileşimde hatta algı oluşturmada kullanılan bir metottur. O hâlde “tellal” nedir, “tellal çağırtmak” ne anlama gelir? Bazı kaynaklarda kelime, Arapça kökeniyle “dellâl” şeklinde kullanılmaktadır.
Sözcük türlerinden bir isim olan tellal, sözlüklerde “herhangi bir şeyi, olayı veya bir şeyin satılacağını halka duyurmak için çarşıda, pazarda yüksek sesle bağıran kimse, çağırtmaç” veya “satışlarda aracılık eden kimse.” anlamlarıyla karşımıza çıkar. En genel anlamıyla padişahın veya mülkî amirin halka duyurulmasında fayda gördükleri hususları ellerinde davullarla halka duyuran kişidir. Davulun sesi dikkat çekmede bir araçtır ve davul, sesin daha gür çıkmasıyla duyurulmak istenenin daha çok kişiye ulaştırılmasına bir vesiledir.
Tellen diye bir şey
Çocukluğumun geçtiği köyümüzde “tellen ünnemek” deyimi eskiden olduğu gibi günümüzde hâlâ kullanılmaktadır. Tabii şimdilerde ses cihazlarının, hoparlörlerin yardımı ile bunu yapmak elbette daha kolay. Köyümüzün tek camisinin olduğu günlerde bu “ilan verme”, “tellen ünneme” işini daima, geçen yıllarda ebediyete uğurladığımız, merhum “Araballarıñ Mustafa” dayı yapardı. Köye doktorun, sağlık ekibinin, veterinerin, jandarmanın geldiği; çiftçilere Kaymakamlığın, ziraatın bildirimleri; yaylanın veya köyün bir tarafının hayvan otlatmasına karşı korunması, açılarak serbest bırakılması, halıcıların gelmesi, hacıların gelmesi, gitmesi, askere gideceklerinin, celbin bildirilmesi, bayram şenliklerinin, “maşıla”nın yapılacağının veya yapılmayacağının duyurulması, vb. ilanları hep o Mustafa dayı yapardı ve buna “tellen ünnemek” derdik biz. “İlan, dikkat dikkat, sayın köylüler, …” diye başlayan ses, başka seslerin kısılması demektir. İki üç kişi bir arada konuşuyorsa ilanın net olarak anlaşılması için “Susuñ, tellen ünneniyo..” diyerek insanlar birbirini ikaz ederler, “ünnenen tellen”e kulak kesilirlerdi. Bu ilanlarda genel olarak köylüyü ilgilendiren her türlü hususa, en başta muhtarlık kararlarına yer verilirdi.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi “tellal çağırmak veya çağırtmak, salmak” çok eski bir uygulama. Böyle olduğu için ifade, zaman içerisinde mecaz anlamlarını kazanmış. Yunus Emre’nin “Çağırır tellallar inanmaz mısın/ Göçtü kervan kaldık dağlar başında” dizeleri bunun göstergesidir.
Tellala kulak ver
“Tellal” kelimesini “haberci” olarak işaretlediğimizde kelimenin anlam boyutu alabildiğine genişler. Çünkü ilk insan Hz. Âdem ile başlayan ve İki Cihan Güneşi (sallallahu aleyhi vesellem) ile sona eren “Allah tarafından emirlerini kullarına bildirmekle görevlendirilmiş kimse, Tanrı elçisi, nebî, resul” gibi ifadelerle karşılık verdiğimiz “peygamber”, “haberci” demektir ve bir bakıma, “hakikat tellalı”dır. Yunus Emre “tellal” kelimesini tam da bu anlamıyla kullanır. Bu dünyada nice masum, nice zalim hepsi de yaşayıp göçüp gitmiş, onların göçüp gitmeleri birer tellal olarak bize bir şeyler anlatıyor. “Ne söylerler, ne bir haber verirler”, biz o sese, o habere kulak vermediğimiz zaman ebediyet yurduna beraber yürüdüğümüz bu kervan geçip gitmiş, kervan sahibince tutulan tellalların uyarılarına hiç kulak vermemişiz demektir.
Yunus Emre’nin çağdaş ve hâldaşı Hz. Mevlâna da “Ben Kur’an-ı Kerim’in bendesi ve kölesiyim. Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum. Kim ki benden bundan başka bir söz rivayet eder, Ben o sözden de, o sözün sahibinden de davacıyım.” der. Bu sözüyle o güzel insan, hayat felsefesini; hayatı, dünyayı algılayış biçimini, eserlerinde neyin haberciliğini, tellallığını yaptığını ortaya koyar.
Ufunetli ve zalim çağın hakikatli gönül yapıcısı Bediuzzaman Said Nursi, eserlerini ve hayatını dahil ederek “Risale-i Nur Kur'an'ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip olayım: tâ ki, kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o Nur'un kusurlu bir hadimi ve o elmas mücevherat dükkanının bir tellalıyım. Benim karma karışık vaziyetim; ona sirayet edemez, ona dokunamaz.” der ve Kur’an-ı Kerim’in tellalı olduğu ifade eder.
Tellal kelimesini “bir kurul, bir topluluk veya kişi adına söz söyleme, onun düşünce ve davranışlarını savunma yetkisi olan kimse” gibi anlamalara sahip “sözcü” kelimesiyle karşıladığımızda seslendirilenler üzerine yoğunlaşmamız gerektiğini anlarız. Sözcülüğün şeytani mi rahmani mi; dünyevi mi uhrevi mi olduğunu sorgulamadan olmaz. Çok önemli bir noktadır burası, mühim değil, ehemmdir yani!..
Sivil toplum kuruluşlarından olan sendikalar, üyelerinin haklarının iyileştirilmesi hususunda zaman zaman “grev”lere gider, “Bu iş yerinde grev vardır.” yazılı pankartları asarlar. Sendika üyeleri grev alanında “grev sözcüsü” yazılı yelekleri giyerek dolaşırlar. Onlar “grev sözcüsü”, ey insan sen neyin sözcüsüsün, neyin, hangi değerin sözcülüğünü yapıyorsun? Hak ve hakikatin diye cevap verdiğini duyar gibiyim. Ama hayatın, sözlerin, fiillerin seni doğruluyor mu yoksa seni yalanlıyor mu? İyi bir kontrolden geçir. Yoksa hak, hakikat namına yalan söyleyenlerden olursun da günahın kat be kat artar!..
Önce sen iyi ol
Hayat, iyisiyle kötüsüyle devam ediyor. İyiler iyilerle kötüler kötülerle. İyilerle kötüler her daim yarış hâlinde ve kötüler iyileri boğma derdinde. Bu bir sır, imtihan sırrı. İnsan, kendisine emanet edilen “nimetler”le bu sırrı aralayıp imtihanı kazanabilme kabiliyetine sahip. Ama o, şu üç günlük dünyanın fani elmaslarına gözünü ve gönlünü kaptırarak kötülerden olma yoluna gitmekte ve kendine yazık etmektedir. Cenab-ı Mevla şöyle buyurur: “Ey inananlar, kendinize dikkat edin. Siz doğru yolda olduğunuz takdirde doğru yoldan sapanlar size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Yaptıklarınızı size O haber verecektir.” (Maide, 105) ve “Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.” (Hûd, 113) Demek ki aslolan kendi düzeltip insanların da kendilerini düzeltmesi, hak ve hakikate ermesi için iyiliğin ve güzelliğin, hak ve hakikatin tellallığını yapmak gerek.
İnsanı en iyi ve en güzel şekilde anlatan kendi söylem ve eylemleri, bunların birbiriyle uyumundan açan istikamet çiçekleridir. Yoksa başkasının itham ve iftiraları biraz çamur gibi geçici leke bıraksa da esaslı bir zararı dokunamaz.
Tellallığın, çağrın neyedir
Söylediğin her söz, insanlara bir çağrıdır. İnsanları neye, niye ve neyi çağırdığına dikkat et! İyilik tellalı mısın yoksa felaket tellalı mı? Sen insanların gönlüne bahar mısın, alevleri göklere çıkan bir cehennem çukuru, azap cendere mi? Kaç masum sesinle, tellallığınla mahzun oldu yahut oldu mu? İnsanlara huzur ve güven ver, ferahlık ver sözlerinle, güven ve itimat ver söz ve davranış bütünlüğünle! Asla ve asla felaket tellallığı yapma! Zulümkârların sesi, soluğu hiç ama hiç olma! Allah, zalimleri asla sevmez, bunu unutma!..
İlk insan, dünyanın insan olarak ilk misafiri, ilk “haberci” Hz. Adem’i (aleyhisselam) meleğin uyarışını Lâ Sonsuzluk Hecesi adlı eserinde Nazan Bekiroğlu şöyle betimler: “Her ne ki var sende, ödünçtür, senin sanma. Şımarma. Yarı kısmın topraktır. Toprağı horlama. Dünyadan, yerine koyduğundan daha fazlasını alma. Onun dengesini bozma. Uyumuna musallat olma. Gülün rengiyle, sütün tavıyla oynama. Karıncanın yolunu kapama, kırlangıcın yuvasını bozma, yılanın dişini kanatma. Pınarların, nehirlerin, ince suların kurumaması için çaba sarf et. Göz kulak ol emanete. Bozma kıvamını, aldığın gibi iade et.”
Bütün kâinat, Allah’ın sanatını tellallık ile ilan eder. Allah’ın kendisine “halife” olarak yarattığı insan da buna dahildir, o insan, yaratıcısına inanmamış olsa bile!..
Melek, Yüce Mevla’dan aldığı haberi peygambere iletti, onlar da insanlara. Ey insan, sen hemcinsine neleri anlattın, neleri anlatıyor ve nelerin tellallığını sözcülüğünü yapıyorsun, hiç düşündün mü? Anlattıklarını yaşıyor musun? İyiliğin, güzelliğin kozasını mı örüyorsun yoksa iyilere, iyiliklere ve güzelliklere tuzaklayan ağ mı?
O hâlde, sözü uzatmayalım, şu dizelerle bağlayalım:
“İyinin, iyiliklerin tellalıyım
Her yolu sarpa saran bu çağda
Hem kendimle hem kötülükle belalıyım
Bostanları bozulmuş bu mahzun bağda
Bülbülüne buhurdan bir gül dalı değil
Zifiri ve muhkem kafesler düşen
Saksağanları taptaze nefesler üzerine üşüşen
Bu ayıplı, azaplı ve dönek çağda
İyinin, iyiliklerin tellalıyım...”