Dil, varlığın evidir, der Martin Heidegger. Böyle demekle o, varlığın -özelde insanın- kendini keşfetmesinin, tanıyabilmesinin ve tanıtabilmesinin ancak dil ile mümkün olabileceğini söyler.
Dilin varsa düşüncen vardır; düşüncen varsa onu seslendirmek ve kendini ifade edebilmek için dile ihtiyaç duyarsın. Dil ve düşünce böylelikle birbirine yaslanarak serpilip gelişir.
Dünya, genel itibariyle canlılar âleminin evidir. Ev içinde ev; insan, kendini özgür kılan ortama ihtiyaç duyar. Ev, kısmen de olsa bunu sağlar. Diğer canlılar da kendine mahsus evlerde kalmayı isterler, onlar da yuvalarında mutludur. Allah bir kuşa aşiyanını inşa etmeyi ona ilham etmiştir; aynı hâl insan için de geçerlidir, ona da bir mesken yapmayı ilham etmiştir. İnsan da evinde huzurlu ve özgürdür. Özgürdür, bütün insani değerlere sahip toplumlarda ve sistemlerde evin, meskenin dokunulmazlığı söz konusudur.
Her canlı kendi evinde rahat ve huzur ve güvenle yaşamak ister. Bu her zaman mümkün mü? Elbette değil. Tehlikeleri yok mudur? Hiç olmaz mı? Gerçek huzur ve güvenliğe bu dünyada erişmenin imkânı var mı?
Senin bu kadar çevren varken bile kendini her türlü tehlikeden, korkudan azade olarak görebilir misin? Değişik yerleri güzel bularak gezip görmek istesek de bizim için en güzel yer evimizdir. Bundan dolayı daima “Evim evim, güzel evim.” der dururuz.
Ruhumuzun da evi vardır. Onun evi beden elbisemizdir, vücudumuzdur yani. Can dediğimiz ruhumuz, beden elbisesini giyinmiş de dolaşmaktadır şu fani âlemde. Kendisi de geçici bir süreliğine var olduğumuz şu dünyada ruhumuz/canımız beden denen fani elbisesine bürünmüş, öyle görünmektedir. Öyle dememiş miydi öndeliği, birinciliği geçilemeyen koskoca Yunus? “Ete kemiğe büründüm/ Yunus diye göründüm.”. Uzun uzadıya cümleler kurmay ihtiyaç bırakmaksızın insanı net bir şekilde iki dizeyle anlatması, onu gerçekten “büyük” yapar; bu böyledir!..
Hüda, etmesin beni kendinden cüdâ
Arapçada “hidayet, doğru yol, istikamet” gibi anlamlara gelen “Hudâ”, Farsçada “Tanrı, Allah” demektir. Hâyedeh’in içli bir şarkısında “Umidem ra megir ez men Hudâ'ya,/ Del-e teng-e merâ meşken Hudâ’ya” yani “Benim ümidimi benden alma Allah'ım/ Benim özlemiş kalbimi kırma Allah'ım.” diyerek ümit yolculuğuna çıkarız.
Konuşmalarımızda, yazılarımızda kelime daha çok, “hüdâ” biçiminde sesletilip yazılır. Nispet eki almış biçimiyle “hüdâî” de “Doğru yola girmiş, hidâyete ermiş.” demektir. Kelime ayrıca “Allaha ait olma” manasını da içerir. Hepimiz O’na aitiz zaten; “inna lillahi ve inna ileyhi raciûn”, ve ona döneceğiz, başka bir yere değil!.. Hâsılı bizler de Hüdâîyiz, Hüdâyî yani!..
“Hüdayi” olan; sadece, yaptığı iyilikleri Allah’tan başka kimsenin bilmesini istemeden Müstear Yaşmak arzusunda olan, Dağlı Düşler kuran, her dem Evinde Misafir olup çevreyi ve kendisini Aynalar, Pencereler ve Elmalar üçgen aynasında gören veAysona’yı tahayyül ile Firuze’yi “Cama Vuran Kelebek” olarak düşleyen değil!.. Öyle değil mi ey Can? Öyleyse ey Can, “candan bir kadeh” sun bize, bengisulardan doldurulmuş… Bu yazı, ondan birkaç damladır zaten!..
Can’dan bir hayata uyanış
Şimdi hayalen, Dağlı Düşler’e ulaşmak için Evinde Misafir olan Can’ı ziyaret edelim. Can dedimse can hepimizin canı. Onu tanıyıp bilenlerin “Haza edep ve edebiyat” diye vasfedecekleri bir insandır o. Hâli, eylemi edep; kavli, söylemi edebiyattır onun. Denizli’nin Çameli ilçesinin -şimdilerde mahalle olarak adlandırılan- Kolak köyünde, yemyeşil çamlar arasında, 23 Şubat 1973 günü gözlerini dünyaya açmış. İlkokulu köyünde okumuş, dünyanın şifrelerini ilk olarak orada çözmüş. Derken okuma serüveni Denizli, Isparta-Yalvaç ve İstanbul’da ortaöğrenim tamamlamış, Kabataş Lisesi’nden mezun olmuş. Liseyi İstanbul’da okuyup da üniversiteyi orada okumamak olur mu? Olmaz tabii ki!.. Can Hocam da öyle yapmış.
1990 yılında liseden mezun olur olmaz Marmara Üniversitesi Edebiyat fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazanmış. Dört yıllık yükseköğreniminin ardından gittiği Türkmenistan’da Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliğinin yanı sıra aynı dalda okutmanlık görevlerinde de bulunur. 2005 yılında Pamukkale Üniversitesi’nde Yeni Türk Dili alanında Yüksek Lisans mezunu olur. Öğrenmenin sınırı ve yaşı olmadığı düşüncesiyle okumaya devam ettiği Anadolu Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden 2019 yılında mezun olur. Can, kendi ifadesiyle “okumaya, yazmaya ve düşünmeye” devam etmektedir.
Şiir ve edebiyat, on parmağında on marifet
Can, ilk şiirlerini lise yıllarında, “Kabataş Gençlik” adlı okul dergisinde yayımlar. Günden güne kalemi açılır; şiirin yanında öykü, deneme ve roman türleri de onun söz bahçesinde filizlenip çiçeklenmeye başlar. Bir yandan edebiyat öğretmenliği, Türk dili okutmanlığı ve yabancı öğrencilere Türkçe öğretmenliği yaparken diğer yandan edebiyatın ifade imkânlarından yararlanarak yeni yeni güzel eserler ortaya koyma çabasına girer. Bu çaba hemen meyvelerini verir.
Şiirlerini Dağlı Düşler (2002), Evinde Misafir (2020); yeni ve farklı anlatı türündeki eserini Aynalar Pencereler ve Elmalar Meseller, Misaller, Masallar (2002); bir değer olarak kız kardeş temalı hikâyelerini Solmayan Çiçekler- Kız Kardeş; romanlarını Firuze Cama Vuran Kelebek (2005), Müstear Yaşamak (2011) ve Aysona (2020) adıyla yayımlayan Hüdayi Can, Türkmen edebiyatının seçkin yazarlarından İlyas Amangeldi’den: Üç Noktadan Biri (roman, 2001), Kalır Dudaklarda Şarkımız (deneme, 2003). Hıdır Amangeldi’den: Kör Kuyu (roman, 2002), Gören Kim Görünen Kim (roman, 2006). Ahmet Halmırat’tan: Arafat Dağı (hikâye, 2003). Gurbandurdı Geldiyev’den: Düşte Devam Ediyor (şiir, 2004) adlı eserleri Türk edebiyatına aktarır. Can’ın ayrı mesleki kitaplardan Pratik Türkçe Öğretim Teknikleri (E. Taşdemir ve N. Bilkan ile, 2003) adlı eseri bulunmaktadır.
Dilin anlatmak istediği
Dervişin fikri neyse zikri odur, derler. Bu söz, şair Can’ın hâlini anlatmaya öylesine yeterlidir ki onun “hâli edep kali edep”tir. Hayatı, özü sözü bir, baştan sona edebiyattır yani. Onun eserleri salt bir anlatı olarak yazın ürünü değildir; onda insanî, İslamî ve millî değerlerimiz de “elmanın içindeki şeker” misali yer alır.
Can’ın eserlerinin içten içe, her türü kendi neslinden bir evlâtla ama gelişerek çoğalan, bir ekleç otu, bir “matruşka” gibi daima çoğalan ve çoğaldıkça gelişen, nitelikleşen bir yapısı vardır. Yukarıda da kısmen değinildiği gibi Dağlı Düşler (2002) kitabını Evinde Misafir (2020) takip eder. On sekiz yıl sonra gelen ikinci kitapta yer alan şiirlerin şiiriyet yönü elbette öncekileri aşmış durumdadır. Şair, şiir anlayışı ve ifade biçimi sürekli olarak yenileştirmeyi, daha güzel ifade biçimine erişmeyi başarmış. Benzer bir durumu Firuze Cama Vuran Kelebek için söylemek mümkün o da aynı şekilde on sekiz yıl sonra Aysona olarak karşımızda belirir. Ama anlatımı, betimi ve kurgusu itibariyle daha ileri bir şekilde ve daha hacimli olarak.
Dağlı Düşler (2002) şairin ilk şiir kitabı. Kitapta yer alan şiirler üç bölüm hâlinde gruplanmış: Hayatın Renkleri (13 şiir), Akşamüstü Duygulanışları (12 şiir) ve Mektuplar, İthaflar (18 şiir). Dağlı Düşer 87 sayfa iken Evinde Misafir 120 sayfadır. Her iki eserde ortak olarak yer alan şiir sayısı dokuzdur.
Dağlı Düşler’deki Yollar şiirinden: “Ben hane berd-duş teselli kâr etmez hiç/ Teselli mi kendini yollara vurmak// Desinler bir yolcu geçti buralardan/ Alnından yollar aktı ırmak ırmak” Hepimiz yolcuyuz şu dünyada, kimimiz bunu bilsek kimimiz bilmesek de!..”Gün doğarken sönen son yıldız kadar/ Erken açan çiçek kadar yalnızım/ Büyür içimde sebepsiz yere/ Sonra bir his beni sarar, yalnızım.” der Yalnızlığa Türkü’de.
Yalnızlığın dünyasında bu dizelerle gezinirken dilimde dolanmaya başlar Selda Bağcan’ın içten bir duyuşla seslendirdiği, sözleri Hikmet Münir Ebcioğlu’na ve bestesi Teoman Alpay’a ait olan o Nihâvend şarkı: “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar/ Yeryüzünde sizin kadar yalnızım/ Bir haykırsam belki duyulur sesim/ Ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım.”
Beden elbisesinde misafirdir her can
Evinde Misafir (2020); Günler, Mesnevi Derkenarları ve Çelenkler adlı üç bölüme ayrılmış. Günler bölümünde Dağlı Düşler’den dokuz şiire yer verilmiş. Bunlar Tüveley, Güz Çağrışımları, Beklemenin Rengi, Bayram Mektubu, Yıldızlı Mektup, Bahar Mektubu, Yağmur, Hüzün ve Nurettin ve Hüve’l-Baki. Şiirlerin başlığında mektup kelimesi yer alsa da bildiğimiz mektup gibi düzyazı değil bu metinler, serbeste tarzda yazılmış şiirlerdir onlar. Her iki eserde de ortak olarak yer alan şiirlerin isimlerini verişim, şairin onlara değer atfetmesi olarak düşündüğümdendir. Günler bölümünün en duygulu şiirlerinden biri de şairin annesinin vefatı üzerine kaleme aldığı Kadın Anam, Sen Gideli Buradan başlıklı şiiridir. Üslup olarak M. Hüseyin Şehriyar’ın Heydar Babaya Selam’nı hatırlatır: “Kuru otlar, kuru dallar, gazeller…/ “Yurtluk olur”, derdin, “gidersem ben.”/ Nerede bu dağı, bağ eden eller;/ Neleri götürdün, göçüp giderken? //Kadın anam, diktiğin o ağaçlar;/ Kirazı kak oldu, döküldü yere./ Toprağı pek oldu, susuz yamaçlar;/ Senden sonra, ekilmedi, bir kere.// Evin damın tadı tuzu kalmadı,/ Kadın anam, sen gideli buradan./ Bu dünyada pek de yüzün gülmedi,/ Cennetinde konuk etsin Yaradan.”
Günler bölümünde yer alan şiirleri daha lirik (duygu yüklü) bulurum. Mesnevi Derkenarları’ndakileri ise duygusal-didaktik (öğretici) olarak nitelendirmek mümkün. Duygusal-didaktik diyorum, çünkü serbest tarzın imkânları dahilinde kaleme alınan bu şiirler, yüklenen salt öğretici bir anlamdan ziyade duygu şurubuyla demlenmiş sözcüklerle kurulmuş, bilgi çağrışımı da olan özgün dizelerden oluşur. Şair, bu dizeleri şüphesiz, Mevlâna’nın Mesnevi adlı eserini okurken hayal ülkesinin ırmaklarından damlalar alarak onları yüreğinden damlatmış. Bu yönüyle Mesnevi’den damıtılmış dizeler demek de mümkün bunlara. Okunan metinlerin şairin zihnine, yüreğine, dimağına çarpan, oradan da dizelere, şiirlere dönüşen özgün kelimeler dizgesinden başka bir şey değil. Seçilen kelimeler, oluşturulan dizeler, vücut bulan şiirler ölgün değil, dinamik, dipdiri; ifade ediliş bakımından da özgün mü özgün.
Anneye ağıt
Çelenkler bölümünde, dünyanın ve kalbin ışığı, insanın sığınabileceği huzurlu ve sakin liman olan anneye ağıt mahiyetindeki Mısralardan Bir Taç ve “insanlık ağacının en güzel meyvesi” olan İki Cihan Güneşi için naat mahiyetindeki Dolunay Yolu adında iki uzun şiire yer verilmiş. Bunların birincisinin başlığı altındakiler, 10’unun başlıkları sayma sayıları ile verilmiş, 11.sinin başlığı “Hâsılıkelâm” olan 11’li, hece ölçüsüyle yazılmış, 4+4+2 şeklinde gruplanmış 10’ar dizelik şiirlerden oluşur. Daha çok çapraz kafiyeyle örgülenen bu bölümdeki şiirleri yaklaşık dört sene önce (2017) vefat eden annesi Tenzile teyzeyle (Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun.) içten bir söyleniş, içli bir ağıt olan dizeler oluşturur. Her bir bölümün son dizesi diğer şiirin ilk dizesini teşkil etmektedir. Bu, Dolunay Yolu’nda da geçerli bir sistemdir. İşte o dörtlüklerden birkaçı:
“Bir gözün orakta, biri bebende;/ Beklediğin bir küçücük gülüştü./ Lakin yıllar, zorlu esti tepende;/ Dertlerin büyüğü, ah sana düştü./ (…) Tarla kuşu, anız yeri, koyunlar,/Mevsimler mevsimi kovalar durur./ Her mevsim ayrı dert, ayrı oyun var,/Kalbin heyecanla, kaygıyla vurur.//Devşirdin sapları, yığdın everek,/Başında savurdu harmanı felek.”
Hâsılıkelâm’dan “Günler başak başak biçildi derken,/ Başında savurdu harmanı felek./ Yıllar serçelerdir, hayattan ürken/ Ömrün çetelesi yüzünde elbet.// Gurbeti anayla evlat bölüştü;/ Yolcu yola düşer, bana yol düştü.”
“Aydoğdu üzerimize”
Mahdumkulu Firaği’nin “Yıldızdan yol yapıp aya kavuştum.” dizesinin epigraf olarak kullanıldığı Dolunay Yolu üst başlığı altındaki şiirler de 10 tanesinin başlığı sayı olarak verilmiş, sonuncusunun ise “Hâsılıkelâm” olan 11’li, hece ölçüsüyle yazılmış, 4+4+2 şeklinde gruplanmış 10’ar dizelik şiirler vardır. Bu şiirleri, başlı başına bir “naat” olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Çünkü bu başlıktaki şiirlerin ilki “Dillerde bir türkü “tala’al bedru”/ Medeniyet yola çıkmış coşkuyla./ Âleme iftihar, âdeme âb-rû/ Meyve-tohum son nebinin aşkıyla.” dizeleriyle başlar. Tala’al bedru [Aydoğdu üzerimize], bilindiği gibi Hz. Peygamberin (sallallahu aleyhi vesellem) Medine’ye hicretleri sırasında, Medine’ye girişleri esnasın Müslümanların hep bir ağızdan onun gelişini coşkuyla karşıladıkları bir “türkü”dür. Bedir, dolunay demektir zaten.
Türkistan coğrafyasında 12 Hayvanlı Türk Takvimi’ne göre ömrü 12’şer yıla ayrılaraka müçelenmiş. Şair Can’ın da sosyal medya hesabından paylaştığı bilgilere göre bunlar; çağalık müçesi(1-12), cahıllık müçesi (13-24), yiğitlik müçesi (25-36), orta yaş müçesi (37-48), aksakallık müçesi (49-60), gartañlık müçesi (61-72) ve garrılık (yaşlılık) müçesi (73 – 85+ yaş)’dir.
Dua dua kabul olsun dilekler
Aksakallık müçesine giren eğitimci, şair, yazar Hüdayi Can’ı tanımanız için küçük bir kapı araladık. Onu eserlerini okuyarak gerçekten tanıma imkanına erişebilirsiniz. Onun yeni müçelik/yaş dönemine girişi ve bundan sonraki hayatı kutlu, yaşayacakları yaşadıklarından daha hayırlı olsun. Ebedi saadetine, saadetimize medar olsun.
Dağlı Düşler’deki Seher Duası şiirinden bir bölüm ile yazımızı bağlayalım:
“El açmış duadayken günahsızlar
Harmanları dağıtmasın bahtsızlar
Gönül inler, yürek ağrır, kalp sızlar
Kalbimize huzur gönder ey Rabbim
…
Ayırma evimi ağzı-birlikten,
Ayırma yurdumu düzen dirlikten
Ve uzak tut bizi kibirlilikten
Bizim eve rahmet gönder ey Rabbim
…
Yurdumuzda ocağımız sönmesin,
Söndürenler iki dünya onmasın,
Yesripler de Kerbelâ’ya dönmesin,
Bizim ile rahmet gönder, ey Rabbim!”
Bu can, bugün evinde, bedeninde misafir; bu dünyada misafiriz nihayetinde... Bir gün ebedî âleme, gerçek yurdumuza göçeceğiz. Misafirliğimiz de yolculuğumuz da hayırla geçsin inşallah.