Zaman zaman bir durum ve olay karşısında aklınıza deyiş, ifade ve sözler üşüşüverir. Çöl akrepleri tamlaması da böyle bir hâl karşısında dilimden birden fırlayan sözcüklerden oldu. Hiç düşünmeden sanki yıllar yılı o durumu bu kelimelerle ifade ediyormuşum gibi. Bu da demek oluyor ki ifade çok “organik”, alabildiğine doğal yani!..
Aşağıda yazacağım o durumu ifade eden “çöl akrepleri” tamlamasını gerçekten ilk defa ben mi kullanıyordum, yoksa böyle bir canlı türü var mıydı? Varsa nasıl bir akrep türüydü, ne gibi özelliklere sahipti bunlar?
Çöl demişken bu haftaki hutbede yağmurun, suyun öneminden bahsediliyordu, suyu tutumlu kullanmanın önemi dini delillerle temellendiriliyordu. Abdest alırken, saniyede tonlarca su akıtan nehirden abdest alınsa bile suyu israf etmemenin öneminden bahsediliyordu. Hutbenin sonunda cumanın farzından sonra yapılacak yağmur duasına cemaatin katılması isteniyordu.
Hiç şüphe yok ki hutbede anlatılanlar doğruydu, suyu ibadet maksadıyla da olsa israf etmemek lazımdır. Zaten Allahü Telâlâ “…Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri asla sevmez.” (A’raf, 31) buyurmuyor muydu?
Konuyu buraya taşıma nedenim zaten hutbeyi sorgulamak değil. Asıl söylemek istediğimi hemen söyleyivereyim: Hutbede doğru söyleriz, ama hayatta bir türlü doğrunun yanından bile geçmeyiz. Yağmurun, suyun ve başkaca türlü türlü nimetlerin değeri birbiriyle yarıştırılacak değildir. Hepsinin olmamasıyla büyük eksiklik duyarız. Ancak, yağmur ve su başka! Onlar bütün diğer nimetlerin âdeta varlık sebebidirler.
Canlıları eski ve yeni farklı anlayışlarda ve farklı başlıklarda sınırlandırmak mümkün. Bunların içinde bir başlık olarak yer alan hayvanların da kendi içinde özelliklerine göre sınıflandırılmaları farklı. En eski sınıflandırmalarda canlılar, bitkiler ve hayvanlar olarak ikiye ayrılmış, insan hayvanlar sınıfına dahil edilerek bu sınıfta, “konuşan hayvan” nitelemesi ile ayrı bir gruba dahil edilmiştir. Günümüzdeki sınıflandırmalar daha doğa şartları çerçevesindedir ve on farklı başlıkta gruplandırılmışlardır. Meselemiz bu değil. Akrepler de hayvanlar sınıfında ayrı bir âlem. Onların da kendi içinde alt türleri söz konusu.
İsterseniz yazımıza başlık olarak koyduğumuz çöl akrepleriyle kısa bir bilgi paylaşayım sizinle: “Çöl Akrepleri akrep familyasında görülen en büyük türdür! Kuzey Amerika’da yaşayan en büyük akrep türüdür ve “dev kıllı çöl akrebi” olarak da bilinir. Bunlar, zehirleri çok güçlü olduğundan sadece akrepler arasında değil, dünyada yaşayan en tehlikeli canlılar arasında sayılırlar. Orta Doğu’da ve Kuzey Afrika’da görülen, Türkiye’de de en zehirli akrepler arasında yer alan sarı akrep de çöl akrepleri içinde değerlendirilmektedir. Dev kıllı çöl akrebi, 14 cm uzunluğunda, sarımsı kıskaçlara ve bacaklara sahip, kahverengimsi akreptir. Vücudundaki kılları, çevresindeki hassas titreşimleri algılamak için kullanır. Milyonlarca yıldır çölde yaşamalarını bu özelliklerine borçludurlar. Çöl akreplerinin bacakları, yaklaşık 5 cm çaplı bir dairenin üzerinde yere temas eder. Yani algıladıkları titreşimin bacaklarının ava en yakın kısmından en uzak bölgesine erişmesi yalnızca 5 milisaniyelik bir süreye denk gelir. Titreşim, sinir hücreleri tarafından akrebin sinir sitemine iletilir ve akrep için bu sinyalin anlamı “avına saldır” demektir. İki çöl akrebi birbirleri ile savaştığında ise avlarını etkisiz hâle getirirken kullandıkları zehri kullanmazlar, akrep zehrine bağışıklıkları vardır.” (teknikturk.com.tr’ten kısaltarak)
Bir roman
Yazıma seçtiğim başlıkla aynı adı taşıyan, fantastik/bilimkurgu tarzında bir roman varmış: Mission Survival- Çöl Akrepleri. Genç Timaş Yayınları arasında çıkan romanın yazarı, Bear Grylls. İmkân bulursam okurum elbette. Ama o romanın varlığından haberim yoktu.
Dizelerdeki akrep
Akrep dedim de kelimenin şiirimizde nasıl yer aldığı hususu aklıma düşüverdi. Şiirde akrep demişken Divan şiirinde akrebin, “rakip” olarak dizelerde yer aldığını hemen belirtelim. Hatta şair Ahmet Paşa bir gazelinde: “Akrep rakibin şerrini uşşâkdan def’ etmeğe/ Ey şûh gözlü şâh-ı gül ol hûşe-i reyhânı sun” yani (Ey şûh gözlü ve güllerin şahı olan sevgili akrep gibi olan rakibin belasını âşıklardan uzak tutmak için reyhan salkımını sun.) der.
Ahmet Arif’in Leylim Leylim şiirini de hatırlayalım. Ne diyordu kalbi pır pır eden şair Ahmet Arif bu şiirinde? “Leylim - leylim dünyamızın yarısı/ Al - yeşil bahar,/ Yarısı kar olanda/ Gene kavim - kardaş, can - cana düşman,/ Gene yediboğum akrep,/ Sarı engerek,/ Alnımızın aklığında puşt işi zulüm/ Ve canım yarı geceler” diyerek hayatın sadece bahardan, güzelliklerden ibaret olmadığını akreplik, engerek yılanlık yaparak masumlara “puştluk”la zulmedenlerin bulunduğunu, sevginin, muhabbetin hep yarım kaldığını ifade eder.
Yaz şiirinde çocukluk anılarından bahseden Sezai Karakoç zehirli akreplere yer verir: “Yaz geceleri Yusuf’u tutun kuşlarını eritirdin/ Kuşluklarda halamın bir vakit fazla namazından/ Açardı gök sofrasını mucize annesi/ Kadınları yalnız kadınları buluşturan akrebi/ Parmakların ucunda emilerek alınan zehri/ -Hiç çatlatmamış dudakların aldığı zehri/ Ben hiç emmedim amma dudağımda/ Kaynar o yaz akreplerinin izi/ Kelimelerime ve şiirime hep o/ Çocukluğun zehri/ Kurtaran zehir karışır/ Tutkal gibi yapışır.”
Kabule karin en güzel dua
En etkili, en kabul olacak/olan yağmur duası var olan ağaçları, ormanları korumak, hiç durmadan mümkün olduğunca tarım dışı, boş alanlara ağaç dikmektir. Çünkü bir ağaç sadece ağaç değildir. O aynı zamanda kabul edilmiş bir yağmur duasıdır. Hemen belirtelim ki ifadedeki “en” üstünlük zarfı sebepler dairesinde geçerlidir. Yoksa Allah’ın hangi duayı kabul edeceği konusunda -hâşâ- O’nun iradesine sınır koyma anlamı yoktur, çıkarılamaz da!
Bazıları meselenin en can alıcı noktasını, özünü görmezden gelip çevrede, kabuklarda dolaşma eğilimindeler. Onlar da çöl akreplerinin insan versiyonu olsa gerek.
Onu anlatacaktım. Sürekli bir tüketim hâlindeyiz. Elde avuçta, dünyada ne var ne yok tüketme faslındayız. Allah’ın verdiği aklı, iradeyi doğru kullanmadığımız, sürekli olarak nefsi ve bencil davrandığımız için bu hâl böyle devam edip gidiyor. Atalarımız, hazıra dağ dayanmaz derler. Derler de ne güzel söylerler. Ama bu güzellikleri anlayacak hakkikat-binlerimiz, hakikatleri görüp gözetenlerimiz nerede?
Milyarlarca yıldır dünyada var olan enerjiyi neredeyse birkaç asır içinde tüketme, yok etme eğilimine girdik. Yok etmeyi canavarca diye nitelesek canavarlara hakaret olacak. O kadar doymak bilmez bir iştahla yok ediyoruz ki, yarınları, gelecek nesli düşünen kim?
Çölü seven akrepler
Böylesine yok etme düşüncesinde ve fiilinde olanlara çöl akrepleri diyorum ben. Niçin mi böyle diyorum? Anlatayım. Geçen gün bir arkadaşımla çevre, ağaç ve su üzerine konuşurken bana anlattıkları dilime bir anda “çöl akrepleri” tamlamasını söyletti. Arkadaşım şöyle diyordu: “Kaldığım apartman yarım asırlık sayılır. Ben kiracı olarak apartmana geldiğimde apartmanın çevresinde incir, kayısı, erik gibi ağaçlar vardı. Bahar geldiğinde güzel güzel çiçekleri olur, yaz gelince de meyveleri süslerdi dalları. Geçen yıllarda erik ağacını zeminle birlikte kesmişlerdi. Geçen gün baktım, incir ve kayısı ağacını da kesmişler. Etraf açılmış, görünürde rahatlamış, apaydınlık olmuş, yerdeki otlar bir bir yolunmuş. Maşallah tertemiz olmuş, “çölleşmiş” boz toprak yığını kalmış geriye!”
Ağaca karşı tahammülsüzlük bu, başka bir şey değil! Bu bireyin tahammülsüzlüğü. Tahammülsüzlüğün bir de kurumsal olanı var. Arkadaşımın anlatımına göre caddedeki ağaçları da belediye zaman içerisinde bir bir yok etmiş, bazen çevre düzenlemesi bahanesi bazen de budama biçimlerindeki yanlışlığıyla. Bir ağacın gövdesinden kesme biçimiyle budamayı hiç aklım almıyor. Budama genel olarak dalların kesilmesiyle aşağıdan yukarıya doğru yapılan iştir. Zemine bir buçuk metre mesafeden ağacı bütünüyle kesmek akıl kârı değil. On yılı aşkındır aynı caddede oturuyorum. Bazıları böyle budamaların bir sonucu bazıları da zeminle birlikte kesilmesi neticesinde, beş altı yüz metre mesafede, on yıl öncesiyle şimdiki arasında en az altı yedi ağaç eksik diyor arkadaşım. Yazık. Bilhassa kış aylarında havanın kirli oluşundan şikâyet ederiz, yağmur yağmayınca kuraklıktan. İyi de havayı kirleten, temiz olmasına, yağmurun yağmasına engel olan kim?
Gerçekten istiyor muyuz?
Bir şeyi gerçekten isteyip istemediğimizi o konuda ortaya koyduğumuz söz ve eylemlerimiz belirler. Mesele, çevreyi korumak, suyu ve başkaca nimetleri, varlıklarımızı israf etmeden kullanmak çok önemlidir diyoruz. Öyle değil mi? Bir de davranışlarımıza bakalım: Ormanları imara açmak için kazara yangınlar çıkarıyoruz, yanan alana hiçbir surette imar izni verilmeyecek diyoruz. Ama bir de bakıyoruz ki yanan alanlara oteller inşa edilmiş! Odun ve yakacak temin etme adına ormanları bir bir kesiyoruz, bazısı “gençleştirme” adı altında. Ama kesim yapılan yerlere yeterince yenileri dikilmiyor. Bir de geri kafalılık bir durum var: “El ile ağaç dikmekle orman olmaz!”. Sen diktin de orman mı olmadı behey sersem?
Güzel örnekler yok mu?
Her konuda olduğu gibi ağaçlandırma konusunda da güzel örnekler yok değil. Yeter ki insan, iradesini güzellik adına kullansın.
Orman ve ağaçlandırma konusunda en güzel örnekleri askeriye vermiştir. Geçmişten günümüze baktığımızda askeri alan olarak ayrılan boş arazilere hep ağaç dikilmiştir. Oralar şehirlerimizin âdeta oksijen fabrikaları gibi çalışırlar.
Orman Bakanlığının da bazı bölgelerdeki ağaçlandırma çalışmalar gerçekten göz dolduruyor. Ama yeterli değil. Bilhassa İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde bu konuda yeterli çalışmaların olmadığını düşünüyorum. Varsa da çok cılız çalışmalar olduğundan gündemin arasında kaybolup gidiyor.
Öte yandan sosyal medyada çokça paylaşılan bir görüntü vardır, Kars’ın Selim ilçesi tren istasyonu ile ilgili olarak. Görüntüde ne var ki bu kadar da çok paylaşılıyor derseniz, söyleyeyim: “TCDD tarafından 1969 yılında Doğu Anadolu'daki bazı tren yolları ile tren istasyonları çevresine, yoğun kar yağışının rayları olumsuz etkilemesini engellemek amacıyla ağaç dikilmesine karar verildi. Çalışmalar kapsamında Selim ilçesindeki istasyona da çam fidanları dikilmeye başlandı. Her yıl yeni fidanların dikildiği istasyon bir süre sonra ormana döndü. Binlerce çam fidanının yer aldığı istasyon ve demiryolunun çevresi, yeşil örtüyle kaplandı. İstasyon, kışın yoğun kar yağışı tipi olduğu günlerde ağaçlar sayesinde korunurken, yaz aylarında ise yöre insanı için piknik alanına dönüşüyor.” (ntv.com.tr) Haberde yer alan görüntüye baktığımızda ağaçlandırılan diğer yerlerin halen boş olduğu görülmektedir. Diğer kısımlar da pekâlâ ağaçlandırılabilir. Bütün bunlar kurumsal güzel çalışmaları gösteriyor.
Bireysel güzellikler
Bireysel çalışmalar da vardır. Dağlık köylerde yaşayanlar bilir. Beşlik çivi kalınlığında su bulan nice çifti kardeşlerimiz, büyüklerimiz ağaçsız alanlardan yemyeşil bağlar, bahçeler ortaya koymuşlardır. Ben bunların şahidiyim. Bu konuda, en azından rahmetli babamın yaptıklarını biliyorum. Bundan yarım asır önce yamaçları kendi imkanları çerçevesinde zaman zaman el arabası, kazması ve küreğiyle zaman da traktörlere yaptırdığı tesviye çalışmaları ile ağaçsız alanlarda âdeta “İrem bağları” ortaya çıkarmıştı. Onlar gittiler, güzellikler de kayboldu bir bir!.. Anadoluda böyle “çölleri yeşerten” nice güzel insanlar vardır, onları görüp ortaya çıkarmak lazım.
Bir bireysel güzellik de yurt dışından. Okuyanlarınız, izleyenleriniz vardır belki Hindistanlı Jadav Payeng'in hikâyesini. National Geographic tarafından çekilen “Orman Adam” belgeseline de konu olan Payeng, Majuli Adası'na 1979 yılından itibaren her gün ağaç dikmeye başlar. Çevresindekilerin alaycı tavırlarına aldırış etmeden çalışmalarını tek başına büyük bir inanç ve azimle sürdürür. Bazen tohumundan bazen fidanından olmak üzere çorak araziyi yeşertmeyi çabalar. Aradan geçen 37 senenin sonunda 5,67 kilometrelik bir orman meydana gelir. Bir insan dünyayı değiştirebilir mi? Evet, isterse bu mümkün!.. Mümkün olduğunun örnekleri çok ama ya arayan ve buna öncülük eden?
Yağmur ve temiz hava duası
Bir cennet numunesi olarak yaratılan dünyamızı cehennem gibi yaşanmaz bir coğrafyaya çevirdik. Yeniden cennete çevirmek mümkün mü? Eskisi kadar olmasa da elbette mümkün. Yeter ki çalışıp çabalayalım, bu konuda irademizi ortaya koyalım.
Türlü türlü nimetleri vermesi, o nimetlere vesile olan sebepleri de yaratması için Rabbimize dua edelim. Hepimiz biliyoruz ki dua sözlü ve fiili olmak üzere ikiye ayrılır. Sözle yapılan duanın kabul olması, kabule yakın olması için onun fiili dua ile desteklenmesi şarttır. Rabbim elbette sebepsiz de yaratabilir, O’nun her şeye gücü yeter. Ancak sebepler dünyasında âdetullah (Allah’ın koyduğu nizam, düzen), sünnetullah (Allah'ın tabiatı yaratıp devam ettirmek ve toplum hayatını düzenlemek üzere koyduğu kanunlar) kanunları geçerlidir. Yağmuru yaratırken bulutları perde etmiştir, yeni nesiller yaratırken anne babası perde kılması gibi. Toprak, tohum, su, oksijen hepsi birer perdedir güzel yaratılışlara…
O hâlde önce, elimizde var olan suyun, ağacın, ormanın kıymetini bilelim; israf etmeyelim. Bu varlıklarımıza, zenginliklerimize fiili dualarımızla yenilerini ekleyelim, yeni ormanlar yeşertmenin yollarına bakalım. İki Cihan Güneşi (sallallahu aleyhi vesellem) ne buyurmuştu: “Yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile, bugün elinizdeki fidanı dikin!”
Unutmayalım: Ağaç suyun ve yağmurun var oluşuna, yaratılmasına perdedir. Ağaçların oluşturduğu orman yağmuru çeker, oralarda bol bol yağış olur. Bol yağış da bereketi beraberinde getirir. Vesselam!