Ülkemizde 26 Eylül “Dil Bayramı” olarak kutlanagelmiştir. Aslında bu günün bayram olarak kutlanması hem doğru hem değil. Bu ifadede çelişki çok. Doğrudur, çünkü Türk dili ile ilgili kapsamlı ve değerli çalışmaların yapılması için Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından 12 Temmuz 1932 tarihinde kurulan ve kurucuları arasında dönemin tanınmış edebiyatçılarından Sâmih Rif'at, Ruşen Eşref, Celâl Sâhir ve Yakup Kadri'nin yer aldığı Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin 26 Eylül 1932 tarihinde Türk dili ile ilgili kapsamlı ve önemli ilk kurultayını gerçekleştirdiği bir gündür bu gün. Bundan sonra Türkçe ile ilgili önemli projelere ve çalışmalara imza atılmıştır. Bundan dolayı bu günün “bayram” olarak kutlanması yerinde bir karardır.
Özel anlamda meseleye bakıldığında doğru değildir; çünkü, bu tarihten sonra yapılan çalışmalarda (sadeleştirme, arılaştırma, özleştirme vb.) aşırılıklar yaşandığı için nesiller boyu süren derin yaralar açılmıştır dilimizde. Zaman zaman dede ile torun anlaşamaz, nesiller birbiriyle kavga eder hâle gelmiştir. Dilimiz yozlaşmış, fakirleşmiş, insanımız duygu ve düşüncesini zaman içerisinde birbirine aktaramaz bir duruma sürüklenmiştir. Meseleye bu açıdan bakarsanız, bu günün “bayram” olarak kutlanması pek de anlamlı değil.
Atatürk’ün iradesiyle kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti zamanla ismini Türk Dil Kurumu olarak değiştirir. Cemiyetin adı, 1934'te yapılan kurultayda, Türk Dili Araştırma Kurumu; 1936'daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu olmuştur. 12 Eylül 1980 Darbesi’nde Atatürk’ün kurduğu kurum kapatılmış, yerine 1982 yılında kabul edilen ve zaman için bazı maddeleri değiştirilmiş olsa da genel itibariyle yürürlükte olan Anayasa ile Atatürk Kültür, Dil, Tarih Yüksek Kurumu adıyla üst kuruma bağlı olarak yeni bir kadro ve anlayışla aynı isimle yeni bir Türk Dil Kurumu açılarak faaliyetlerine başlamıştır.
Bugün için geçmişte yaşanan dil tartışmaları, kavgaları, polemikleri artık “dünün” eseridir ve dünde kalmıştır onlar, kalmalıdır da. Bir sonuca varılmayacak olan tartışmalardan uzak durmakta yarar var.
Dil bayramının hakkını bugün nasıl verebiliriz? Dilimize sahip çıkma yolları nelerdir? Dile sahip çıkmanın gereği var mıdır, dil kendisini koruyamaz mı? Dilimize nasıl sahip çıkalım? Bu ve benzeri soruların elbette herkese ve kişilerin kendine göre cevapları söz konusudur.
Önce şunu teslim edelim: Dil, duygu ve düşüncelerimizi dile getirme, onları en güzel şekilde ifade etme, kişiler arası ve toplumsal düzeyde bir iletişim ve anlaşma vasıtasıdır. Dil olmadan bunu bu kadar genişlikte ve kolaylıkta gerçekleştirmek mümkün değildir.
Dili oluşturan sesler, seslerin birleşiminden kelimelerin meydana gelmesi, kelimelerin birbirini takip etmesiyle ahenkli diziler oluşturması, ve bunların neticesinde bunun bir sonuca, bir hükme bağlanması, insan aklının ve zekasının onları algılaması ve anlaması başlı başına en büyük değer ve nimettir. Bu nimetin şükrü de kendi cinsinden olacağı için her bir fert dilin imkanlarını öğrenmeye ve dili en güzel şekilde kullanmaya çalışmalıdır. Her nimette olduğu gibi dilde de israfa yer verilmemeli, kelimeler ve sesler israf edilmemelidir.
Dil, onu konuşanlar arasında yapılan gizli bir anlaşmalar bütünüdür. Bir nesnenin, fiilin, kavramın hangi ses veya seslerle karşılanacağı o anlaşmada belirlenmiştir. Onun için a-ğ-a-ç sesleri söylenince öncelikle “meyve verebilen, gövdesi odun veya kereste olmaya elverişli bulunan ve uzun yıllar yaşayabilen bitki” aklımıza geliyor.
Dil, tasarrufu çok sever; bu sebeple en kısa ama en anlamlı olan kelime o dilde daha çok kullanılır, dolayısıyla onların ömrü o nispette uzun olur.
Teknoloji veya başka bir sebeple yabancı bir dilden girecek sözcüğe karşı onun Türkçe karşılığını üretmek istediğimizde, teklif ettiğimiz Türkçe kelimedeki ses/harf, yabancı kelimenin ses/harf sayısından daha az ve dolayısıyla o kelime kısa olmalıdır. Aksi takdirde Türkçesi tercih edilmez, yabancı dilden geldiği şekliyle o kelimenin kullanımı yaygınlaşır.
Daha öz/kısa kelimelerle meramımızı daha iyi anlatma çabası içinde olalım. Türkçemizin imkânlarına vakıf olmaya gayret edelim. Konuşmalarımızda ve yazılarımızda Türkçenin kurallarına, kelime seçimine çok dikkat etmeliyiz. Bunu başardığımız anda birçok meseleyi hâlletmiş olacağız.
Dilin kurallarını, noktalama işaretlerinin görevlerini bilmek, onları yerince kullanmak bütün meseleyi hâlletmiyor. Çünkü “Yazım ve noktalama kadar, dil ve anlatım da önemlidir. Kelimelerin ruhu, duygusu, rengi vardır. Her kelimeyi her yerde kullanamazsınız. Kullanırsanız, oradaki kusur, eksiklik dile değil sana aittir; yetersizliğin kaynağı dil değil, kendini geliştiremeyen, dili özensiz kullanan sensin!” Bu incelikleri bilip kullanman, senin dil ve üslubunu oluşturur.
“Üslub-u beyan/lisan ayniyle insan.” demiş sözün kadim sultanları. Kullandığın kelimeler senin bir aynandır. Ayna seni, sahibini gösterir. Dolayısıyla bir yerde eksiklik ve aksaklık varsa bu kusur dilin değil senindir. Bunu da böyle bilmen gerekir. Dilimiz gönülleri kırmasın, karatmasın, üzmesin. Biz konuştukça bir ve bütün olalım. Her daim dikenlerden değil, güllerden söz açalım ama dikenin varlığını da unutmayalım. Nitekim gül bahçesine girenler gül kokar...
Öte yandan “Bir cümleyi dil bilgisi kurallarına uygun biçimde kurabilmen önemli. Ama asıl önemlisi bu cümle ile neyi ifade ettiğindir! Dilin dilleri ve gönülleri kanatan dikenlerle dolu ise cümlen yazım ve noktalamaya uygun olsa bile barış ve huzuru bütün bütün huzursuz eder.” gerçeğini de unutmamak lazım. Dil, iletişim ve anlaşma aracı ise asgari anlaşma ortamını oluşturacak kelimeleri öncelikle tercih etmeliyiz. Yoksa birbirimizi öteleyen, yok sayan, ona hakaretler içeren sözcüklerden kurulu cümleler bizi sadece birbirimizden ayırır. Topyekün bir ve bütün millet olma düşünce ve hedefimizden bizi her geçen gün daha da uzaklaştırır. Mevlâna “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır.” derken ortak duygunun bizi ortak düşünceye kanatlandıracağını hatırlatmıştır. Bunu uygulamak bizim en önemli vazifelerimizdendir. Wittgenstein’in “Dil, düşüncenin evidir.” özlü ve özgün sözünü de bir an olsun hatırdan çıkarmamak lazım. Çünkü kelime haznemiz ne kadar dolu, dağarcığımız ne kadar zenginse duygu ve düşüncelerimizi de o nispette daha çabuk ifade eder, meramımızı da en güzel şekilde ifade etmiş oluruz.
Güzel Türkçemizi kullanan her birey, tatlı dilli güzel yüzlü olursa, bu dünya cennete döner. Nitekim asırlar öncesinden Yunus Emre “Kişi bile söz demini/Demeye sözün kemini/Bu cihan cehennemini/ Sekiz uçmak ede bir söz!” diyerek nasıl bir üslupta konuşmamız gerektiğinin reçetesini bize sunmuştur.
“Kelimeler, insanlığın kullandığı en güzel haplardır.” benzetmesini yapan İngiliz şair Rudyard Kipling’i saygıyla; “Türkçem ağzımda annemin sütüdür.” diyen büyük şair, üstad Yahya kemal Beyatlı’yı, güzel Türkçemizi “Ses bayrağımız.” olarak gören ve öyle vasıflandıran Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı rahmetle anar, Dil Bayramınızı en kalbi dileklerimle kutlarım. Dil bayramımız, gönül bayramımız olsun!