{NUTİZM VE NUTİSTLER-29}
Eyyühel evlâd! (EY ÇOCUKLARIM!) Zaman içinde zengin olsanız bile görkemli, şatafatlı bir meskende oturmayın. Mâlikânede, konakta oturmayın. Sultanların, cumhurbaşkanlarının ve burjuva takımının saraylarına, köşklerine özenmeyin; bırakın onlar onların olsun. Sakın ha, meskeninizin kapısına da “Villa Bilmem Ne” “Bilmem Ne Konağı” gibi saçmalıklar yazdırmayın. Ve tabi, kapısına “villa”, “köşk”, “mâlikâne” yazabilmek için mesken yaptırmayın. Dışını da süslemelerle donatmayın ki “Ben burdayım!” diye bağırmasın. Ne demişti gelinim: “MANZARASI GÜZEL BİR EV İSTEYENLERİN ÇOĞU, BÖYLE BİR EVİ KENDİSİ MANZARA SEYREDEBİLSİN DİYE DEĞİL, BAŞKALARI ONUN ÖYLE BİR EVİ OLDUĞUNU GÖRSÜN DİYE İSTEMEKTEDİR. BUNUN EN ÖNEMLİ KANITI SOSYAL MEDYA’DIR.”
Eyyühel evlâd! Zaten şu ölümlü dünyada köşkü sarayı talep de etmeyin; eviniz işlevsel ama mütevazı olsun. Belki Ahmed Yesevî gibi olmanızı isteyemem ama Hazret-i Muhammed’in hânesine benzesin eviniz, Hazret-i Ömer’in, Hazret-i Ebû Zer’in meskenlerine benzesin, Selahaddin Eyyûbî’nin mekânına benzesin, Ertuğrul’un çadırına benzesin. Ve dahi onlar gibi yaşamaya çalışın. Aksini yaparsanız, evlerinize gelmem.
Eyyühel evlâd! Gösterişten kaçının, derken: Fıtratı doğru okuyun, ona aykırı davranışlarda bulunmayın. Fıtratınızda bulunan tuzaklara paçanızı kaptırmayın. Kısacası; fıtratınıza imtihan sorularının yazılmış olduğunu unutmayın. Bu çerçeveden olmak üzere, “Teşhir”i ve “teşhircilik”i de doğru anlayın, doğru uygulayın.
Eyyühel evlâd! Son söz olarak “Kolunuza bacağınıza, kıçınıza başınıza; vücudunuzun herhangi bir yerine de dövme yaptırmayın.” dedikten sonra...
Bediüzzaman’ın söylediklerine kulak vererek konuya gireyim:
“İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder.”
"İşte, her kemâl ve cemâl sahibi, fıtraten cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o muhtelif esmâ dahi, daimî ve sermedî oldukları için, daimî bir surette Zât-ı Akdes hesabına tezahür isterler."
"Yani nakışlarını görmek isterler."
"Yani, kendi nakışlarının âyinelerinde cilve-i cemâllerini ve in’ikâs-ı kemâllerini görmek ve göstermek isterler."
"Yani, kâinat kitab-ı kebîrini ve mevcudatın muhtelif mektubatını ânen feânen tazelendirmek, yani yeniden yeniye mânidar yazmak, yani birtek sahifede ayrı ayrı binler mektubatı yazmak ve herbir mektubu Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdesin nazar-ı şuhuduna izhar etmekle beraber, bütün zîşuurun nazar-ı mütalâasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler."
Metnin şu yanıyla ilgileniyorum: Herhangi bir kemâli (hüneri, mârifeti) olan, herhangi bir cemâli (güzelliği) bulunan(lar), bu hünerini ve güzelliğini hem kendi(ler)i görmek hem de başkalarına göstermek (başkalarının görmesini) ister(ler). Her kemâlin, her cemâlin mutlak yaratıcısı ve sahibi, fâtır-ı hakîm olan Allah’tır. O, en mükemmel surette yarattığı eserlerini görmek ve (görmesini bilen, takdir etmesini bilen) muhataplara göstermek ve onlar tarafından takdis edilmek ister. Dolayısıyla, eserlerini yarattığı gibi, muhataplar da yaratır. O’nun muhatapları, aynı zamanda O’nun eserleridir de. Bu konuda Allah’ın muhatapları, melekler, cinler ve insanlardır. Allah’ın her bir eseri, kendilerinde tecellî eden bütün isim ve sıfatlara ayna olmak durumundadır. İnsana ayrıca dellallık vazifesi de verilmiştir. Yaratma ve teşhir kesintisizdir, devamlıdır; buna bağlı olarak takdis ve takdir de devamlı olmak lâzım gelir. Yani her mü’min, kesintisiz olarak Esmâü’l-Hüsnâ’nın teşhirciliğini ve takdisini önemli görevlerinden biri ittihaz etmelidir.
Bu noktadan itibaren yine Üstad Hazretleri’nin şu ikazı aklımıza geliyor:
“İnsan, hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiyenin bir mikyasıdır.” (Mikyas: Ölçü aleti, ölçek.) İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını ve şuunatını tanıyabilecek bir istidata sahip kılınmıştır. Bu istidatını kullanabilmesi için kendi özünde bulunan sıfatlara, hallere, kabiliyetlere vâkıf olmuş (bilmiş), daha sonra bunlara kıyas ile Allah’ın sıfat ve şuunatını bilmenin kapısını çalmıştır. Yani Rabbü’l âlemîn, kendisine âit isim ve sıfatların, mikro ölçekteki minyatürlerini insana da vermiştir (takmıştır). Örneğin; mutlak gören O’dur, bize de bu sıfatın minyatürünü takmıştır; mutlak işiten O’dur, bize de bu sıfatın minyatürünü takmıştır... vb.
Öyleyse bizler de sahip olduğumuz marifetlerimizi, yeteneklerimizi, ortaya koyacağımız eserlerde görmek ve beğenmek istediğimiz gibi, başkalarının da onları görmesini ve beğenmesini isteriz. Mikro ölçekte buna izin verilmiştir. Okey. Demek ki teşhir, iki anlamıyla ele alınabilir: Birincisi; Allah’ın eseri olmamız itibariyle, O’nun üzerimizde tecelli eden isim ve sıfatlarını idrak ve teşhirdir. İkincisi ise; çapımıza uygun bir şekilde, marifetlerimizin, yeteneklerimizin teşhiridir. Bu ikincisi, aslında yine bir bakıma, bize o marifetleri, yetenekleri (ve genel anlamda bütün nimetleri) veren Hâlık-ı hakîm’in isim ve sıfatlarının teşhiri anlamına olmalıdır; mahviyet ve şükür içermelidir. Yani kendi marifet ve yeteneklerimizin teşhirinde haddimizi aşmamamız lâzım gelir. Çünkü Allah gayyûr’dur; muîn’e, şerîk’e ihtiyacı da tahammülü de söz konusu olamaz. Rakîb’e ise aslâ! “Benim eserim.” diye teşhir ederken, o eseri ancak Allah’ın izniyle ve yarattığı imkânlarla meydana getirdiğimizin bilincinde olmamız gerekir. Peygamber Efendimiz’in, yeni bir elbise giydiğinde yaptığı şu dua, konuya açıklık getirmiyor mu: “Avret yerimi örttüğüm ve yaşadığım sürede kendisiyle güzel göründüğüm bu elbiseyi bana giydiren Allah’a hamdolsun.” (Tirmizî)
Yukarıdaki açıklamalardan, ikinci teşhir şeklinin büyük bir risk taşıdığını anlıyoruz. Teşhirin böylesi bizi şirke götürebilir, uçuruma yuvarlayabilir. Bu teşhir; marifetlerimizin, yeteneklerimizin bize Yaratıcı tarafından bahşedildiğini düşünmeden, meydana getirdiğimiz eserleri onların mâlikiymişizcesine, ulûhiyet ve tekebbür edâsına bürünerek yapacağımız teşhirdir. “ŞUNLARI ŞUNLARI ALLAH YAPTI. BUNLARI İSE BEN YAPTIM.” demeğe kalkarsanız, hele hele “YAPMAK” yerine “YARATMAK” kelimesini kullanmak küstahlığında bulunursanız, evrendeki her şey size lânet eder, aynı zamanda da kıçlarıyla gülerler. Çünkü buna haddi aşmak denir; çok kötü bir davranış biçimidir, gayretullaha dokunur. Bu teşhir, hem kişiliğimiz adına hem toplum adına büyük yaralar da açar. Enaniyet gibi, gurur gibi, bencillik gibi, tahkir gibi, hırs ve rekabet gibi başka dertlere de yol açar. Ayrıca, başkalarının gıpta ve kıskançlık damarlarına dokunarak onların haset denilen cürme düşmelerine sebep olur. Konunun anlaşılabilmesi için şimdilik küçük bir örnekvereyim: Body (vücut geliştirme) çalışan insanların büyük bir kısmı, bunu, sağlıklı olmaktan, güçlü olmaktan ziyade, geliştirdikleri vücutlarıyla beğenilmek, övünebilmek için yaparlar. Şiddetle vücutlarını teşhir etme ihtiyacı duyarlar ve bunun için de ellerinden geldiğince yarı çıplak gezerler. “Ben...” derler, “benim vücudum...” derler; enaniyetlerinden yanlarına yanaşılmaz. Oysa bu şekliyle “ben” dememiz, gayyûr olan Yaratıcımız’ın rıza göstermeyeceği bir şeydir. O’nun nefisle arasındaki muhavereyi bilirsiniz: “Sen kimsin, ben kimim?” Nefsin ilk cevabı masum gibi görünür ama aslında bir hezeyandır: “Sen sensin, ben de benim.” Sonuç itibariyle, vücut geliştirenlerin çoğu, vücutlarının Allah’ın malı olduğunu, kendilerinin de diğer insanlar gibi etten kemikten ibaret olduklarını göz ardı eder, demirden, polattan bir yapıya sahip oldukları zehâbıyla kasılırlar da kasılırlar.
Saydıklarım dışında bir teşhir şekli daha vardır ki o, insanı iyice zavallı duruma düşürür: Kendisinin hiçbir katkısı bulunmayan, başkalarının marifeti ve eseri olan şeyleri teşhir etmek suretiyle hava atmak, caka satmak! Anlaşılması bakımından şimdilik buna da iki küçük örnek vereyim: Birisi, “güzellik yarışmaları”dır. İkincisi, “vücuda yaptırılan dövmeler”dir. Öyle ya, başkalarına göstermeyecek teşhir etmeyecekse niçin dövme yaptırsın ki insan? Fakat “dövme”, yaptıranın kendi marifeti, kendi eseri değildir. Başkasının sanatını, marifetini teşhir ederek caka satmak ise akıllı insanın yapacağı bir şey midir? İşin espiri tarafı: Dövme yaptıranlar, kışın zorluk çekmektedirler her halde! Ya dövmelerini göstermekten sarf-ı nazar edecekler ya da kış günü yarı çıplak gezecekler... başka yol yok.
Kemâl ve cemâl sahiplerinin kemâl ve cemâlini nazara vermek de bir nevi kemâldir, fazilettir. Olmadığı halde, bulunmadığı halde vehmî, hayâlî bir kemâlâtın teşhiri yalancılıktır; başkasının kemâlâtını kendisinin marifetiymiş gibi teşhir ise sahtekârlıktır.
Eyyühel evlâd! Demek ki teşhir temayülü, insan fıtratının bir parçasıdır. Onu doğru yerde, doğru şekilde kullanmak güzeldir, yararlıdır. Ve zaten (Bediüzzaman’ın belirttiği gibi) vazifemizdir de. Ancak diğer istidatlar ve zaaflar gibi, teşhir meyli de fıtratımıza imtihan konusu ve imtihan sorusu olarak takılmıştır. Doğru yerde ve doğru şekilde kullanmazsak, sınavı kaybettirecek yanlışlardan birini yapmış oluruz. Maalesef çoğumuz, bu teşhir sorusunda başarılı olamamaktayız. Teşhir eğilimimizi, insanlığa yakışmayacak yanlış yerlerde ve yanlış şekillerde hayata geçirmekteyiz. Dolayısıyla da hem insaniyetimize halel gelmekte hem toplum yaşantımız bozulmaktadır.
Eyyühel evlâd! Benim konum değil şimdi ama bilgi bâbından arz edeyim: Teşhircilik bazı insanlarda bir hastalık, bir cinsel sapkınlık (parafili) olarak da görülebilmektedir. Bilimsel adı; “egzibisyonizm”dir. Kişinin, genital organlarını, bunu beklemeyen bir yabancıya göstermekten haz alma hastalığı, daha doğrusu sapkınlığı şeklinde karşımıza çıkar(mış). Ben hiç rastlamadım ama bir yakınım, böyle bir kimseyi bildiğini anlatmıştı. O kişi, yakınımın okulu çevresinde, iç çamaşırı giymeksizin pardösüyle gezermiş, uygun bulduğu tenha yerlerde pardösüsünü açarak okuldan evlerine gitmekte olan öğrencilere mahrem yerlerini gösterirmiş... Bir hastalık mıdır, suç mudur bilemeyeceğim artık.
“Teşhir” konusuyla ilgili olarak bazı sorular da geliyor insanın aklına: Kemâl ve cemâl nedirler? Neler, kemâl ve cemâl kapsamına girer? Bunların kapsamı dışında kalan daha başka neleri teşhir etmekte, etmeye çalışmaktayız?Kazanılan bir madalyanın teşhiri nasıl değerlendirilmelidir? İbadetin teşhiri konusunda neler düşünmeliyiz? Teşhircilik ile gurur arasında nasıl bir ilişki vardır? Tevazu ile teşhircilik arasındaki sınırlar nasıl çizilmelidir? Teşhircilik ile yaş arasında bir orantı kurulabilir mi? Teşhir hastalığının oluşumunda, ölçüsüz özgüven pompalamayı iş edinmiş kişisel gelişimcilerin rolü var mıdır? Ticaret, pazarlama konusunda teşhirin yeri nedir? Teşhir ile ilân arasındaki ilişki nedir?Reklâm nasıl değerlendirilmelidir; reklâmlara sınır konulmalı mıdır? Sizler daha başka sorular da üretebilirsiniz. Umarım, bütün bu soruların doğru cevaplarını da verebilirsiniz.
Ben şunları biliyorum: “Teşhir-şöhret-meşhur...” kelimeleri aynı kökten gelmektedir. Teşhir bir görev, bir hak olarak yapılıyorsa, bunu yapmayı hak etmiş olmak gerekir. İnsan, evlâdının başarısını teşhir etmede dahi ölçülü olmalıdır.Evinin güzelliğini, gayri menkullerinin çokluğunu, sahip olduğu lüks araç(lar)ı teşhir etmek, pek çok bakımdan mahsurludur. Pazardan, marketten aldığımız maddelerin bile teşhirinden kaçınılmalıdır. Teşhir konusunda hataya düşülmesi istenmiyorsa, eğitimde bu konuya geniş ölçüde yer verilmelidir.
Ve bir de “takı”ların teşhiri konusu var. Âyetlerden, hadislerden öğrendiğimize göre çok da mühimdir. Bu konu daha ziyade hangi cinsi ilgilendiriyor, bilirsiniz. Teşhir’in bu yanını, ömrüm yeterse, sonraki yazımda TEŞHİR VE KADIN başlığıyla ele almak niyetindeyim. Vesselâm.
NUTİZM VE NUTİSTLER isimli kitabımı almak için: https://www.kitapyurdu.com/kitap/nutizm-ve-nutistler/660771.html
R. Serdar Özmilli