Zaman durmak nedir bilmiyor, sürekli bir hareket hâlinde. Hareket dedimse bu, yönü belirsiz, tüm yönlere bir hareket değil elbette. O, “karar kılındığı”, kendisine “belirlenen” bir istikamette ilerlemeye devam ediyor.
Güneş doğuyor, günlük evrelerini tamamlıyor ve ona bir gün diyoruz. Günler tamamlıyor, hafta diyoruz; haftalar da tamamlıyor, ay; aylar tamamlıyor, yıl diyoruz. Sonrasının evresi biraz daha geniş bir dilime sahip. Çeyreğiydi, yarımıydı derken 100 yıla eriyor zaman, ona da asır diyoruz. Zamanın bin yılına “milenyum” deniyor. Peki, daha ilerisi, daha ötesi? Daha ilerisi, daha üst gruplamalar için hangi terimler kullanılıyor, doğrusu, onu bilmiyorum.
Ramazan, Müslümanlar için hem dünyevi hem de uhrevi bir şölen ayıdır; çünkü bu ayda yapılan ibadetlerin sevaplarının daha çok. Dolayısıyla, hâli vakti yerinde olanlar, bu imkânlara sahip olmayanlara destek olmada âdeta yarışırlar. Maddi mahrumiyet içerisinde olanlar, bu güzel günler ve güzel insanlar sebebiyle biraz bolluk yaşar. Güzel günlerin güzel insanları, mahzun ve mahrum gönülleri şenlendirerek dünyanın güzelleşmesini sağlarlar. Evet, şu bir gerçek ki Ramazan, şartlar ne olursa olsun onu tam olarak duyabilmekle yaşanır.
Eskiden televizyonlarda programlara çağrılan konuklara mutlaka sorulan bir soru vardı: “Eski ramazanlar nasıldı?” Onlar da hepsi ağız birliği etmişçesine eski ramazanların daha iyi olduğundan, onlardaki hazzı şimdilerde bulamadıklarından yakınıp dururlardı. İşin özüne baktığımızda çok da haksız değillerdi fakat tamamen de haklı sayılmazlardı. İşin gerçeği şu: İnsan da sürekli bir değişim hâlindedir; doğumundan ölümüne kadar sürekli bir değişim ve yenilenme hali; bu unutulmamalı! Yüce Yaratıcı, öyle güzel yaratmış, sistemi öyle harika ve muazzam kurmuş ki hem büyüyorsun hem değişiyorsun hem de yaşamaya devam ediyorsun!.. İnsan bünyesi geriye birçok şey bırakıyor ama bunlar çok da fark edilmiyor. Uzayan tırnağı kesip attığımızda onu keserken canımız yanmadığı gibi büyüme esnasında vücudumuzda ömrünü tamamlayan hücrelerin vücudumuzdan ayrılışlarından da haberimiz olmuyor çoğu zaman.
İnsanoğlu bu değişim ve dönüşümü sebebiyle eski zamanlarda yaşadıklarından aldığı hazzı yeni zamanlarında alamıyor. Şimdi yepyeni biri, farklı bir yapı duruyor, şimdiyi yaşayan o yeni bünye de ondan. İnsan, bundan dolayı eski zamanlara hep özlem duyuyor. Ah, nerde o zamanlar, o Ramazanlar diye iç geçiriyor.
Yazarlar, şairler, edebiyatçılar, musikişinaslar vb. kime sorarsanız sorunuz hep eski Ramazanların daha güzel olduğunu anlatacaklardır. Bütün bu “hatıra”lara baktığımızda, Ramazanla ilgili o hatıraları bir keseye koyup süzdüğünüzde tecrübe tabağına damlayan, çoğunlukla maddi hazlardır. Bunlar; çocukluk yıllarında işitilen iftar topları, sofralardaki yiyecek ve içecekler, yorgunluktan büyüklerin sohbetlerinde uyuyakalmalar… vs.dir. En çok da bilhassa İstanbul’da ömür sürenlerin hatırlarına, “direkler arası” eğlenceleri, ortaoyunları, karagöz oyunları vs. gelir.
Yazarların bu “hatıra”larının günümüz toplum hayatına kurumsal olarak yansımasını sosyal alanda görmek mümkün. Günümüzde, hemen hemen her belediye bir tür “Ramazan eğlenceleri” için mekânlar tanzim ederek insanların oralarda “manevi hatıralar” biriktirmelerine imkân tanımaktalar, bu mekânlarda çeşitli etkinliklerle halkımızın gönüllerini fethetmekteler. “Ramazan Sokağı” gibi benzeri isimlendirmelerle bu mekânlarda esasen hem manevi eğlence hem de maddi kazançlar sağlandığından herkes bundan memnun görünmekte. Esas etkinlikler teravih sonrası başlatılsa da çoluk çocuk hep beraber gezdikleri, birlikte zaman geçirdikleri için aile efradı birlikte buralarda çocuklarla birlikte en güzel Ramazan anları camilerde değil, buralarda yaşanmaktadır.
Televizyonlara çağrılan konuklara hâlâ “Eski Ramazanlar nasıl, hele bir anlatır mısınız?” yollu sorular soruluyor mu, doğrusu bilmiyorum. Çünkü çoktandır televizyon izlemeyi bıraktım desem yeridir. Çoğu birbirinin aynısı olan programları, aynı düşüncenin farklı seslerden dillendirilmesi dışında yeni ve farklı bir şey ortaya koyma çabası olmayan bu televizyonları izlemek bana herhangi bir katkı sunmuyor. Bundan dolayı tercihimi izlememekten yana kullanıyorum. Bundan da bir eksiklik duymuyorum. Çünkü yeni bir heves ve farklı bir ses olamayan her yayın, ya eskinin tekrarı veya birin benzerleridir. Bundan dolayı ne söyleyeceği önceden belli olanı dinlemek insana yeni bir şey kazandırmaz. Kaybetmeyi ortadan kaldırmak bir bakıma kazanmadır. Ben de öyle yapıyorum. Neyse, konumuz Ramazan!..
Bir de şöyle bir durum var tabii. Ramazan’ın güzelliklerinin yaşandığı mekânlar, ortamlar ortadan kalkmışsa, kaldırılmışsa o eski manevi hazzı aramamız ayıplanmamalı, yadırganmamalı. Ramazanların o eski manevi havasını bugün yaşayamıyorsak ona özlem duymak bir hakikatli bir duygudur.
Bugün birçok yönüyle Ramazan’ın o muhteşem manevi havası ortadan kalkmış vaziyette. Buna bir sürü sebep sıralamak mümkün. Bunlardan toplum içerisindeki yardımlaşma, birlik ve beraberlik ruhu, din kardeşliği, îsâr hasleti, yardım etme düşüncesi, mekânların küçüklüğüne büyüklüğüne bakmaksızın bir ve beraber olma duygu ve düşüncesi günümüz toplumunda maalesef yok. Ferdiyet noktasında elbette vardır, lakin ben toplumsal düzeyde bunların yıpratıldığını, yok edildiğini; toplumun erozyona uğradığını düşünüyorum. Değerlerin hicran günleri yaşanıyor. Bundan dolayı evet, ben de “eski Ramazanları” özlüyorum. “Ah, nerde o eski Ramazanlar?” diyorum. Bu cümleleri, -muhtemelen- her nesil söylemeye ve bu ifadeler de her neslin söylediği kalıplaşmış ifadeler olarak dilde yer almaya devam edecektir.
Sözün özü “Her geceyi Kadir, her geleni Hızır bil!” sözünü hayatımıza rehber edinebilirsek eskileri aramayacak, onlara özlem duymayacağız. Çünkü “ân”ları hakkıyla değerlendirdiğimizde, ortaya “verimli bir ömür” çıkacak, yaşadıklarımızdan hiçbir zaman “ah” etmeyeceğiz! Rabbim, “güzel bir son”la emanetini teslim edenlerden, verimli bir ömürle ebediyete intikal edenlerden eylesin! Âmin!