İnsan sosyal bir varlıktır; bundan dolayıdır ki birarada yaşamanın gereğine daima ihtiyaç duymuştur. Birarada yaşamanın beraberinde, kişiye bazı temel hak ve sorumlulukları getirdiği de muhakkaktır. Geçen haftaki hutbete DİB, içinde bulunduğumuz haftanın (1-7 Ekim) Camiler ve Din Görevlileri Haftası olarak kutlanması münasebetiyle din görevi hizmetinde bulunan imam, müezzin, vaiz, Kur’an kursu öğreticisi, müftü gibi vasıfları taşıyan ve hayatı boyunca bu yönde hayırlı hizmetlerde bulunan kişilerin “hademe-i hayrat” olarak vasıflandırıldığını belirtmiştir.
Hutbede, “hademe-i hayrat”ın “Ömürlerini din hizmetine vakfetmiş insanlardır. Samimiyetle çalışıp yaptıkları iyiliğin karşılığını sadece Allah’ın rızasında arayanlardır. Şehrin manevi hayatına yön veren müftüler, okudukları ezanlarla insanlığı kurtuluşa çağıran müezzinler, mihraba geçtiğinde namaza önderlik eden imamlar, minber ve kürsüden İslam’ın dosdoğru yolunu öğreten vaizlerdir. Çocuklarımızı Yüce Kitabımızla ve Peygamberimizin örnek hayatıyla buluşturan, “En hayırlılarınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 15) şeklindeki nebevi iltifata mazhar olan Kur’an kursu öğreticilerimizdir. Rabbimizin “Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve ‘Kuşkusuz ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?” (Fussilet, 41/33) müjdesine nail olmaya çalışan hocalarımızdır.” şeklinde özellikleri dile getirilmiştir.
Toplumun önünde olanlar, topluma önder olmaya layık bir hayat yaşamak durumundadır. Yazılı kanunlarda böyle bir mecburiyet olmasa da sosyal kanunların bir gereği olarak sosyal kişilerin topluma anlattıkları değerleri yaşaması ve hayatlarına o değerler dorultusunda yön vermesi sosyal kişiliklerinin bir gereğidir. Anlatılan değerlerin toplum nezdinde olumlu bir karşılığının olması, toplumun buna olumlu cevap vermesi biraz da hayırlı hizmetlerde bulunanlarda söz-eylem birlikteliğinin ve uyumunun şahit olunmasına bağlıdır.
İslam dini özü itibariyle “barış” dinidir ve bu din, bütün insanların bu dünyada barış ortamında yaşayabilecekleri bir hayatı kurması için, onun her türlü dertlerine, sıkıntılarına, problemlerine çare olması için, İki Cihan Güneşi’nin (sallallahu aleyhi vesellem) örnek hayatları ile bütün insanlığa sunulmuş önemli bir recetedir. İslam’ın emir ve yasaklarını yanlış yorumlayarak adını “barış” kelimesinden alan İslam’a “çatışmacı” ve “savaşçı” bir din imiş gibi bir anlamın yüklenmesi çok büyük bir vebaldir. Bilhassa imam-hatip ve vaiz vasfında olanların hutbelerinde, vaazlarında toplumun birliğini ve bütünlüğünü sağlayıcı bir üslup kullanmaları kaçınılmazdır. Bu, bütün insanların İslam’ın değerlerinden nasiplenmesi adına önemlidir.
İmam-hatip ve vaizler anlatımlarında, konuşmalarının temelini oluşturan üsluplarında birliştirici bir dil kullanmakla mükelleftirler. Bu, camiye gelen her cemaatin hem dinini hakkıyla yaşaması hem de bunun devamının sağlanması adına önemli bir husustur.
Hayırlı hizmetlerde bulunmak, hayatını hayırlı işler üzerine tesis etmek elbette, üzerinde durulmayı hak eden bir husustur. Hayırlı işlere giden yolların, bu yolda yaşanan hayatların, kullanılan dillerin, ilişkilerin de hayırlı olması gerekir. Ayrıştırıcı, ötekileştirici, bıktırıcı, yorucu değil; birleştirici, buluşturucu, heveslendirici, özendirici ve hepsinden önemlisi asude bir hayatın yaşanabileceğinin göstergesi bir dilin kullanılması elzemdir. Hayırlı hizmetlerde bulunan kişilerin konuşmalarında, tavır ve davranışlarında bu “pozitif hava ve dil” olmazsa insanlar camilerden, hayırlı işlerden soğuyacak, dinden ve dini hayattan uzaklaşacak her bir ferdin günahının da ağır sorumluluğu olacaktır. Ebedî bir hayatı kazanmanın derdinde ve tasasında olan hiçbir ferdin böyle ayrıştırıcı ve ötekileştirici bir dil kullanarak ağır bir sorumluluğu üstlenmesi mümkün değildir. Böyle bir dil kullanırsa ne olur? Dinin toplum hayatından soyutlanmasına sebep olur ve bunun vebalini de ebedî olarak çeker.