Gönül deyince, gönüller şairi Yunus Emre’yi hatırlamamak mümkün mü? Gönüllerimize taht kurmuş Yunus’umuzu anmadan geçebilir miyiz? İşte o yürekleri soğutan sözlerinden bir damla:
“Gönüle gireni gönendi dirler
Gönüle sen de gir kim gönenesin”
Gönle girmek, gönlünü etmek, gönül kazanmak, gönüllü olmak vb.. uzayıp gider sıra dağlar gönülle ilgili söz ve deyimler… Tıpkı bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen hayallerimiz gibi.
İstanbul, her zaman önemini korumuş, en sıradan bir insandan, devlet idarecilerine hatta İki Cihan Serveri Kâinatın Efendisine (sallallahu aleyhi vesellem) kadar herkesin ilgisini çekmiş ve kendinden söz ettirme biricikliğini kazanmış bir şehirdir. Bunda doğal güzellikleri ve özellikleri kadar devletler arası ilişkilerdeki stratejik konumu da rol oynamıştır ve oynamaktadır da.
Bir “Kişi” ile başlayıp cihana duyulan hakikatin yegâne sesi olan Peygamber Efendimiz, hayatta iken İslam’ın o evrensel mesajını bütün cihana duyurma adına devlet başkanlarına mektuplar göndererek İslam’ı tebliğ etmişti. Sadece halkın ileri gelenleri, devlet başkanları değildi elbet davet edilenler. Sosyal statü ayrımı yapılmaksızın herkes bu “nimet”ten istifade etmeliydi ve bunun için de herkes bu “nimet”e davet edilmişti. Bu “davet”e; aklı erenler, hüşyar kalbi olanlar icabet ederek “iki cihan” saadetine nail oldular. Bu saadete erenlerden oluşan o çağa “saadet asrı” denildi. Bu, o toplum için büyük bir “kurtuluş”tu; kargaşanın, haksızlığın, hukuksuzluğun kol gezdiği, sadece mütekebbirlerin ve muktedirlerin sözünün geçtiği cehalette zirveye ulaşan bir devirden adaletin hâkim olduğu, haksızlık ve hukuksuzlukların son bulduğu, kadınların, kızların sosyal statü kazandığı, çocuklarını diri diri toprağa gömen insanların karıncayı dahi incitmekten çekinir bir kalp olgunluğuna eriştiği, yaşanan olumsuzluklar -varsa- bunların sebebinin istisnasız kendisinin hataları olduğu duygu ve düşüncesindeki insanların, inananın ve inanmayanın mesut ve bahtiyar yaşadığı “asr-ı saadet”e ulaşmak bir toplum için çok büyük bir gelişme ve dönüşümdür. Bu sebeple bazı düşünürler, “Hz. Muhammed en büyük devrimcidir.” demişlerdir. Tabii buradaki “devrim, devrimci” sözünü günlük politik dildeki anlamıyla anlamak meseleyi hiç anlamamaktır. Burada kastedilen, toplumu değiştirme ve dönüştürme ameliyesinden başka bir şey değildir.
Bedevi bir hayat tarzı yaşayan toplumdan “medeni” bir ufuk, bakış ve yaşayış tarzına yükselten bir değişim ve dönüşümün mimarıdır Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem). O ki Allah’ın en sevgili kulu ve “habibulllah” sıfatını haiz, müstesna ve mümtaz bir insandır. Bu kutlu insanın dilinden dökülen insanların hayatına hayat kılan sözleri söz konusudur ve onlara “hadis” denir. Yazımıza konu olan İstanbul ile alakalı olarak bu hadis-i şeriflerden birisinde Hz. Peygamber şöyle buyurur:“İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” Evet, bu “müjde” hakikate evrilmiş ve İstanbul, 2. Mehmet tarafından fethedilerek ona “Fatih” unvanını kazandırmıştır. Osmanlı ordusu da “ne güzel ordu” övgüsüne mazhar olmuştur. Osmanlı padişahlarından 2. Mahmut da yeni bir ordu teşkil etmiş ve “Asakir-i Mansure-i Muhammediye”adınıvermiştir. Ve ondan ki her bir askerimize biz, “Mehmetçik” sıfatını uygun görmüş ve askeriyeye “peygamber ocağı” nazarıyla bakmışızdır.
İstanbul şüphesiz çok önemli bir şehirdi -ki hâlâ öyledir- önemini her geçen gün daha da artırdı. Uzun mesafeleri kısaltan bir şehir. Boğaz yapılan köprülerle de iki kıtayı birleştiren bir şehir özelliğini de geçen yüzyılda kazanarak önemini bir kat daha da artırmıştır. Hz. Peygamber’in sözlerinde yer almasıyla ayrı bir değer kazanan İstanbul’un maddi değerine manevi değer de böylelikle ilâve edilmiştir.
İnsanlık için bu kadar değerli olan İstanbul, elbette kişileriyle, insanlarıyla da önemlidir. İstanbul’da yaşasın yaşamasın, dünyanın neresinde olursa olsun, kıyamete kadar gelecek bütün insanların Hz. Peygamber’in getirdiği o “evrensel mesaj”dan haberdar olması en az İstanbul kadar önemlidir. Hatta bir kişinin hidayete ermesi İstanbul’un fethinden daha da önemli bir hadisedir. Bunu bizzat Hz. Peygamber Efendimiz nurlu beyanlarında ortaya koymaktadır: “Bir kişinin imanına vesile olmak güneşin üzerine doğup battığı her şeyden hayırlıdır.” Bir başka hadiste ise "Allah’a yemin ederim ki, senin sayende Allah’ın bir tek kişiye hidayet vermesi senin için, kırmızı develerin olmasından daha hayırlıdır.”
Hâl böyle iken mekânların fethi kadar gönüllerin fethi de önemlidir. Hatta gönüllerin fethi mekanların fethinden daha önemlidir. Çünkü gönüller fethedilmeden mekanların gerçekten fethi ve zaptı asla mümkün değildir. Bu geçmişte böyle olmuştur, Alperen ve “kolonizatör” dervişlerle değişik ülkelerdeki insanların gönüllerine girilmiş, ülkeler Müslüman olmuştur. Tarih, güzel örneklerin yeniden yaşanması, yaşatılması; kötülüklerin, kötülerin yaşanmaması ve yaşatılmaması için olaylardan ders çıkarılarak aynı durumlara düşmemek, aynı delikten ikinci kez ısırılmamak için okunur. Günümüz Müslümanları da İslâm’ı hayatlarına hayat kılarak yaşadıktan sonra hem hâl dilleriyle hem de lisanlarıyla İslam’ı en güzel bir biçimde, “kavl-i leyyin” ile anlatarak “emr-i bi’l-maruf nehyi ani’l-münker” emrini yerine getirerek tebliğlerde bulunmalı, bütün insanların gönüllerine girmenin bir yolunu bulmalı ve gönüller fethedilmelidir. Sözü burada, gönüllerin de fethedilmesi gerektiğini ifade eden Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’na bırakarak “Kahramanlık Türküsü” şiirinden bir bölüme yer verelim:
“Gazi alperenler işe koyulun
Gayrı söze vakit az verilmeli
…
İçinde olanlar bir nebze iman
Gönlünü mazluma eder süt liman
Halkı ayırmadan kâfir Müslüman
Açsa aş, açıksa bez verilmeli.
Bu kılıçlar iller fethi içindir.
Bu kitaplar diller fethi içindir.
Türküler gönüller fethi içindir.
Cümle ozanlara saz verilmeli.”
O hâlde Allah’ın nimetlerinden istifade eden bir kul, bu nimeti verene karşı vefalı olmanın bir gereği olarak o nimetten diğer kulların da yararlanmasını sağlamak ödevindedir. Bunun için İslam’ın evrensel mesajını önce hâl olarak yaşayacak, bunu ulaşabildiği herkese anlatacaktır. Anlatmalıdır da. Bu anlatım hem hâlen hem de kavlen olacaktır; ancak böyle yapıldığı takdirde Allah’ın izni ile muhatabında etkisi görülecektir. Bu bir görevdir ve bu görev her Müslümana aittir. Hz. Sevban’dan rivayet edildiğine göre, Rasulullah (salllahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: “Allah / Rabbim yeryüzünü benim için -her tarafı görünür şekilde- dürüp topladı. Onun hem doğu taraflarını hem batı taraflarını gördüm. Muhakkak ki, benim ümmetimin mülkü/ hükümranlığı bana dürülüp toplanan (gösterilen) yerlere kadar ulaşır.”
Peygamberlerin sözlerinde gerçeğe ters bir durum yoktur; çünkü onlar söylediklerini Allah’ın bildirdiklerinden söylerler. Şimdi bu hadis-i şerifte işaret buyrulan, İslam’ın dünyanın her tarafına ulaşması gerçek olarak yaşanacaktır. Önemli olan bu uğurda Müslüman olarak fert fert ne yaptığımız, bu nimetten istifade edip edemediğimizdir. İyilikleri emredip başta nefsimizi olmak üzere insanları kötülüklerden sakındırarak gönülleri fethedelim. Herkes vazifesini hakkıyla yerine getirse, imkanlarını değerlendirse her gün binlerce kişi hidayete erer. Ermiyorsa ya vazife yapılmıyor, iyi yapılmıyor veya Müslümanlık, inananları tarafından iyi temsil edilmiyor demektir. Yeryüzünde acıların, kederlerin, hak ve hukuksuzlukların çoğunun İslam beldelerinde yaşanıyor olması bunu göstermiyor mu zaten? Her ne ise!..
İstikamet sahibi bir Müslüman olarak tavrımız şu olmalı: Biz, biz üzerimize düşeni yapalım, gönüller yapalım, gönüller yapmaya bakalım. Çünkü dostun evi gönüllerdir. Her bir gönle girmeye bakalım. Varsın bazıları gönülleri karartmaya, yakıp yıkmaya, yok etmeye devam etsinler; gönülleri fethe çalışan elbette kazanacaktır.
Söze, Yunus Emre ile başladık yine onunla veda edelim:
“Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir.”
Onun için diyoruz ki en azından İstanbul’un fethi kadar önemlidir insanların her birinin hidayete ermesi. Bundan dolayı her gönül, fethedilmeye aday bir İstanbul’dur; ne mutlu o gönle girebilene ve buna vesile olabilene!