“Alâmet-i fârika” nedir, kaç çeşittir? Farkı simgeleyen, farkı ortaya koyan gösterge(ler)... Sanırım yanılmıyorum; iki çeşit alâmet-i fârika vardır.
Hemen aklımıza geliveren birincisi; maddî göstergelerdir. Örneğin, bir beldede okunan ezan, o beldede Müslümanların yaşadığının alâmet-i fârikasıdır. Gönderde, kendi başına ve özgürce dalgalanan ulusal bayrak, orada ulusun bağımsız olduğunu (istiklâl’in var olduğunu) gösteren bir alâmet-i fârikadır. Başa konulmuş kraliyet tacı, o kişinin kral olduğunun alâmet-i fârikasıdır. Sırtında askerî üniforma bulunması, bir kişinin asker olduğunu gösteren bir alâmettir. Bir evin bacasından tüten duman, o evde yaşayanların bulunduğunun göstergesidir. Bir adam, süper lüks bir otomobile biniyorsa, bol para harcıyorsa, bunlar bir bakıma o adamın zenginliğinin alâmet-i fârikası sayılabilir. Evet, bunlar somut, yani maddî göstergelerdir.
Bir de soyut, manevî alâmet-i fârikalardan söz edilebilir. Anasının, babasının, öğretmeninin sözünü dinlememesi, bir çocuğun edepsiz, terbiyesiz olduğunun manevî göstergesi, alâmet-i fârikasıdır. Ulu orta konuşarak çenebazlık yapan bir insanın, “Boş teneke çok gürültü yapar.” atasözüne uygun olarak, bilgisiz ve densiz biri olduğunu herkes anlayabilir. Olur olmaz yerde, olura olmaza kahkahalarla gülen bir kadına, biraz hafifmeşrep bir kadın denilmez mi? Her insanın, edebine, çapına ve mevkiine uygun davranışlar sergileyeceğini, daha doğrusu sergilemesi gerektiğini biliriz. En somut örnek; çocuğu için kendini fedâya hazır olmak, anneliğin mânevî alâmet-i fârikasıdır. (Tabi zamâne annelerinin maalesef başka alâmet-i fârikalarının bulunduğu da bir vâkıadır.)
Efendim, genelleme yapmak pek doğru olmasa da benzer yapıdaki insanların benzer ortak alâmet-i fârikalarının bulunduğunu söyleyebiliriz. Örneğin sporcuların alâmet-i fârikaları ayan beyan ortadadır; hemen tanınırlar. Yaratıcı’larına çok secde eden kulların alâmet-i fârikaları, ki o ışıl ışıl bir nurdur, alınlarındadır. (Bunun böyle olduğunu Semavî Söylem’den öğreniyoruz.) Alkolikler, esrarkeşler, nerede olurlarsa olsunlar, dikkatlice bakıldığında tefrik edilebilirler. Ahlâksız (“namussuz” demek daha doğru olur) kadınlar ve erkekler de belirgin alâmet-i fârikalar sergilerler. Hele o kimseler, birbirlerini bizlerden çok daha kolay, çok daha iyi tanıyabilirler. İyi patron, kötü patron; iyi işçi, kötü işçi; iyi âmir, kötü âmir; iyi şoför, kötü şoför... İyi koca, kötü koca; iyi karı, kötü karı... istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. İyi öğrenciyle işe yaramaz öğrencileri de eğitimciler kolaylıkla anlayabilirler. “Olacak çocuk, bokundan belli olur.” sözü boşuna söylenmiş olamaz. Gerçek ve iyi âlim ile işe yaramaz âlim (ona âlim de denilmez ya); iyi devlet başkanı, kötü devlet başkanı... İyi siyasetçi, kötü siyasetçi... Siyasetçileri boşverelim isterseniz... İyisi var mıdır ki?
Uzatmayalım. Toplumda, ilmiye sınıfı denilmesi gereken bir sınıf vardır. Hâkimler (kadılar), yazarlar (muharrirler), üniversite öğretim üyeleri (müderrisler), öğretmenler (muallimler)... bunların makamlarına, mevkilerine, sorumluluklarına ve sahip oldukları ilme yakışır alâmet-i fârikalarının bulunması şarttır. Önce mânevî özellikleri, tutum ve davranışları bakımından. Sonra da kılık kıyafetleri bakımından. Hâkimlerin, öğretim üyelerinin cübbeleri gibi. Onların toplum içindeki sorumlulukları çok büyük ve çok özeldir çünkü. Kendileri de bunun her an farkında olmalıdırlar, halk da bunu fark etmelidir. Bu farkındalık, taşların yerli yerine oturması açısından büyük önem arz eder. Buraya kadar anlaştık, değil mi?
Gelelim öğretmenlere... müderrislere ve muallimlere. Önce tarih boyunca atalarımızın konuya nasıl baktıklarını, neler yaptıklarını öğrenmeliyiz:
{{{Alparslan devri medreselerinde müderrislik yapanların kıyafetleri hakkında kesin bilgiler yoktur. Ancak, İslâm Ansiklopedisi’ndeki şu ifadeler kısmen ışık tutucudur: “...Müderrisler, ‘sarıklılar’ sınıfını teşkil etmekte idiler...” “...rivayete göre, müderrislerin giydikleri elbiseleri tesbitte, Kadı Ebu Yusuf müessir olmuştur.” Bu ifadelerden, detayları anlatılmamış olsa da müderrislerin özel kıyafetleri olduğu ve ‘(fiyat bakımından) değerli ve iyi giyindikleri’ fikrine -rahatlıkla- varılabilir. (Hasan Kutlutaş; ALPARSLAN DÖNEMİ SELÇUKLULAR’DA EĞİTİM POLİTİKALARI VE KURUMLARI) }}}
{{{Müderrislerin kendilerine özgü kıyafetleri vardı. Görevden azledilen müderrisler bu kıyafetlerini çıkarmak zorunda idi (Nâcî Ma‘rûf, I, 84). Önceleri ulemâya mahsus bir kıyafet söz konusu değilken Ebû Yûsuf, ulemâ sınıfının halktan ayırt edilmesi için siyah sarık ve taylasan giymelerini şart koşmuş, bu giyim tarzı daha sonraları müderris ve fakihler için zorunlu hale gelmiştir. Müderris kıyafetleri Fâtımîler, Eyyûbîler ve Endülüs Müslümanlarında da diğer sınıflardan ayrı idi. Endülüs müderris kıyafetleri bazı değişikliklere uğrayarak günümüz üniversite hocalarının kıyafetlerinin ilk şeklini oluşturmuştur. (Ahmed Çelebi, s. 279 vd.)}}}
{{{Müderrislerin ücretleri, görev yaptıkları medresenin vakfının gelirine göre değişmekteydi. Müderris bu vakıfların mütevellisi ise bunun için vakfiyede kendisine bir ücret tahsis edilirdi. Meselâ Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin yaptırdığı Salâhiye Medresesi vakfiyesine göre müderrisin maaşı aylık 40 dinardı; bunun yanında medrese vakıflarına nezaret ettiğinden ayrıca 10 dinar ödenir, günlük ekmek ve su ihtiyacı da karşılanırdı (Süyûtî, II, 257). Emîr Cemâleddin Medresesi’nde müderrisler aylık 300 (Makrîzî, el-Ḫıṭaṭ, II, 402), Nâsıriyye Medresesi’nde 200 (Makrîzî, es-Sülûk, I/3, s. 1046) dirhem ücret alırlardı. Bu ücretler zamana ve malî duruma göre değişiklik göstermektedir (Makdisi, s. 163 vd.). Bazan müderrislere ücretinin çok üstünde hediyeler verilirdi.
Müderrisler genellikle iyi yetişmiş, karakter sahibi kişilerdi. İhtiyaçları olsa da kimseden bir şey istemezlerdi. Kendileri için özel medreseler, hastahaneler inşa edilip mülkler vakfedildiği halde kendi emekleriyle geçinmeyi tercih edenler bulunduğu gibi çok zengin olup medrese yaptıranlar da vardır. Görevi hemen kabul etmeyenler ve uzun bir çabadan sonra ikna edilenler yanında müderris olmak için mezhebini değiştirenlere de rastlanmaktadır. Müderrisler arasında nâdir de olsa şiir, edebiyat, hat ve atıcılık gibi sanat ve spora meraklı kişiler de çıkmıştır.}}}
Şimdilik daha fazla uzatmadan ağzımdaki baklayı çıkarıyorum:Tek bir cümle söyleyeceğim. İçinizden küçük bir azınlık, benim bu değerlendirmelerim, bu sorularım ve sorularıma onların verdikleri cevaplar muvacehesinde bana hak verecek... büyük çoğunluğunuz ise güleceksiniz. Belki beni çağ dışı bir ahmak, aklını kaçırmış bir bunak olarak görecek kendisini çok çağdaş, çok ileride sanan bazılarınız. Ben buna hiç şaşırmayacağım. Ama yutkunacak ve acı acı tebessüm edeceğim. Canınız sağ olsun. Belki çoook sonraları bir gün, ben geberip gittikten sonra bana hak verenlerin sayısı çoğalacaktır. Eh, ben buna da razıyım; zararın neresinden dönülse kârdır. Söylemek istediğim söz şudur, buyrun:
ÖĞRETMENLER, AYNEN ASKERLER GİBİ, POLİSLER GİBİ(ama ilim adamına yakışacak türden) ÜNİFORMA GİYMELİDİRLER! Üniformaları, onların maddî alâmet-i fârikaları olmalıdır. Bunun, pek çok sıkıntıyı çözmede işe yarayacağından ismim gibi eminim. Şimdilik vesselâm.
R. Serdar Özmilli