Selamların En Güzeliyle!Bundan önceki yazımızda fakirlik ve zenginlik, karanlık ve aydınlık kadar zıt olan kavram ve olgulardır dedikten sonra; düşünce altyapımızda amaç ve hedef birliği olarak “zenginbirey zengin devlet” anlayışını benimsemeliyiz, demiştik. Bununla birlikte etik olarak da “paylaşımcı zenginlik” olgusunu yaygınlaştırmanın fakirlikle mücadelede en önemli etik unsur olduğunu, aksi takdirde dünya nüfusunun %85’ni oluşturan yoksul nüfus oranının ve %11’ini (950 milyon kişi)oluşturan her gece yatağına aç yatan insan oranının asla azalmayacağını, bilakis artacağınıda iyi bilmeliyiz, diye belirtmiştik.
Bugün, paylaşımcı olmayan zenginliğin kişiler ve toplumlar için ne kadar büyük bir sendrom oluşturduğu üzerinde duralım.
1970’li yıllarda kitle iletişim aracı olarak çoğunlukla radyoların ve sadece siyah beyaz televizyonların kullanıldığı dönemde ekonominin üretim fazlasının pazarlanması yani ticaretin canlanması konusunda yeni bir sektör doğuyordu; bu sektör “reklam sektörü” idi. Yaşı bugün 50’yi bulanların hatırladığı bir reklam sloganı vardı:“Hanımlar, eskimiş çoraplarınızı atın jill geliyor jill”!Bu yeni sektör çok iddialı ve hızlı başlamıştı ve ticareti çok etkiliyordu. Belki siz de şimdi onlarca reklam sloganını istemsiz olarak sık sık zihninizde ve ağzınızda söylüyorsunuzdur. Kısa sürede toplumun bilinçaltına yerleştirilen çok tüketme fikri tasarruf yapma, tutumlu olma fikrini yok ediyor, tüketici kredileri ve ticari banka kartları bu fikri çılgın bir alışkanlığa dönüştürüyordu. İşte bu tüketime dayalı yeni ekonomik sistemin adı: “İSRAF EKONOMİSİ” idi.
Reklam sektörünün sebep olduğu bu vahşi kapitalist sistemde temel espri, “Bir kere kullandığın eşyayı bir daha kullanma at!” anlayışı idi. Bir kere kullandığın mendili at, bir kere çay içtiğin bardağı at, giydiğin çorabı asla yamama, yenisini al vb. gibi sayısız örnek verebiliriz. Bu yeni sistem teknolojik olarak üstün olan ülkelerin pazar paylarını coğrafi olarak genişletirken; ticari olarak da devasa büyütmüştür. Teknolojisini kuramamış, siyasal,ekonomik ve askeri sistemlerini oluşturamamış ülkeler ise üretmeden kazanmanın yani geçici sıcak para elde ederek üreten ülkelerin müşterileri olmaya mahkûm oldular. Bir aile nasıl ürettiğinden fazla tüketir ve harcadığında giderek fakirleşirse; ülkeler de ithalat artışını artırırken ihracat artışını sağlayamadıkları için sürekli borçlanma yoluna gitmişlerdir.
Halk arasında bir söz var bilirsiniz; “Para ile imanın kimde olduğu belli olmaz.” diye. Bu söz istisnai durumlar için söylense de asıl olarak yanlış bir sözdür. Şöyle ki: Para, üreten insanda olur, din ise ahlaklı olanda daha güzel durur. Etik olarak israf ekonomisine bakacak olursak bunun kesinlikle inanç dışı ve etik olmadığını söyleyebiliriz. “İki günü eşit olan zarardadır, komşusu aç iken tok yatan bizden değildir, bir işi bitirince hemen başka bir işe başla, yiyiniz içiniz ama israf etmeyiniz, Şüphesiz Allah israf edenleri sevmez.” gibi en temel inanç esaslarını öğütleyen İslam ve israfı yasaklayan diğer dinlere göre de bu tür bir ekonomik yapı asla inanç dışıdır ve etik değildir.
Yıllar önce Orta Anadolu’da küçük bir şehir merkezimizde (1970’li yılların sonunda Kırıkkale’de) hayır kuruluşlarından birinin mensupları devlet yurtları yeterli gelmediği için kasaba ve köylerden gelen kırk öğrencinin kaldığı küçük bir öğrenci yurdu yapmışlar. Fakirliğin tavan yaptığı bir dönem o dönemler. Öğrencilerin aileleri yoksul olduğu için, harman dönemi gelip geçse de aylık borçlarını ödeyememiş bile çoğu. Fırıncı akşam vakti kapıya dayanmış ve yurt idarecisine “Sabah erken birikmiş iki aylık 800 lira ekmek borcunuzu getirmezseniz yarın ekmek getirmeyeceğim bilesiniz.” diye yüksek sesle söylenip gider. İdareci ve yardımcısı uzun bir süre düşünürler ama çözüm bulamayınca: “Kalk, çarşıya doğru gidelim, biri çıkar elbet karşımıza!”derler ve gece yarısına az kala caddede yürümeye başlarlar. O saatte herkes evine çekilmiş sadece bir meyhane açıktır. Onlar da o saatte ayık değillerdir ama mutlaka çocukların ekmeği için bir dert dinleyen çıkardı elbet! Ve hemen oraya girerler.Onları gören işyeri sahibi bunları önce güzel bir süzer,“Buyurun, oturun, sizin bir derdiniz var gibi, nedir derdiniz?” der. Onlar da durumu anlatırlar. İşyerinin sahibi 1000 liralık bir çek yazar ve onları uğurlar onlar da o kadar memnun olurlar ki onu mutlaka bir gün öğrencilerle yemeğe davet ederler. Bir süre sonra öğrencileri ziyarete giden bu iyiliksever insan, eğitimli gençlere söz verir meyhaneyi kapatır ve orayı markete çevirerek hayatını kazanmaya devam eder.
*
Sevgili dostlar bu hafta, Hz.Peygamberimizi(sav) daha çocukken ağırlayan ve onun İncil’de belirtilenileride gelecek olan “son peygamber” olduğunu keşfeden Rahip Bahira’nın Manastırının da bulunduğu Busra’dayız.
Busra’da Bahira’nın Manastırındayız
Düş Gezginlerigrubumuz ile Şam’daki iki günlük ziyaretin ardından güneybatı yönünde hareket edip yola koyulduk. Suriye’nin İsrail tarafından işgal edilen Golan Tepeleri’nin doğusundan güneye doğru devam edip Der’a denilen çok eski bir tarihi şehre geldik. Buradan ayrıldıktan çok kısa bir süre sonra buranın yakınında ve doğusundaki Antik Roma ve Bizans dönemlerinin şaşalı devirlerinin şahitliğini yapmış muhteşem bir tarihi şehir olan ve kalıntıları günümüze kadar ulaşan Busra’ya geldik. Burası, Suriye’de Şam, Lazkiye ve Palmira ile beraber en fazla turist çeken iç ve dış ziyaretçiler tarafından gezilen bir antik şehirdir.
Gruptaki tarihçi hocalarımızdan Eskiçağ Tarihçisi Prof. Dr. T. Kaçar, o çağın tarihi özelliklerini ve bu antik şehir hakkındaki çok önemli bilgiler verdi. Edebiyatçı Prof. Dr. İ.Çetişli de şu vakayı anlattı: “Hz. Peygamberimiz (SAV), Şam’a,amcası Ebu Talip’inticaret kervanıyla gelirken Busra’ya gelince bir süre dinlenmek için konaklarlar. Busra’da bulunan o dönemin ileri gelen din adamı Rahip Bahira kervanla gelen misafirleri yemek yedirmek için davet eder, gelenlere, kervanın yanında kimse kalıp kalmadığını sorar.Onlarda “Bir çocuk var.” derler. Rahip Bahira onu da çağırır çünkü kervanı takip eden bir bulut o çocuğun üzerinde duruyordu. Sonra Rahip Bahira,çocuk yaştaki Hz. Muhammed’in sırtındaki Peygamberlik mührünü görür ve “İşte gelecek olan son peygamber budur, bunu iyi koruyun.” der.
Roma Devleti’nin ilkçağdaki en güneyde yer alan yerleşmelerinden olan Busra antik şehrinde agora, tiyatro, çarşı hamamlar ve sanatsal özelliğini koruyup günümüze kadar gelen bina ve tapınaklarıbirer birer gezip gördük. Tavanı çökse de duvarları sapasağlam olan Bahira’nın manastırını ziyaret etmemiz ise bu gezimize ayrı bir anlam katmıştı.
Önümüzdeki hafta Ürdün’de çok güzel mekânları içeren gezimizin hatıralarında buluşmak üzere hoşçakalın.
FOTO GALERİ
ÇOK OKUNANLAR
-
02 Cami imamı ve müezzin darp edildi
-
03 Okan Buruk: "Golü Yiğit'e armağan ediyoruz"
-
04 Ihlamur fiyatını ikiye katladı
-
05 Bolu Dağı Tüneli ulaşıma kapandı
-
06 Kayıp olarak aranan fenomen ölü bulundu
-
07 Sokak ortasında bıçaklanan genç ağır yaralandı
-
08 Bolu Dağı’nda kar yağışı etkili oluyor
-
09 Stanimir Stoilov: “Bizim adımıza önemli bir galibiyet”