Son yıllarda “Coğrafya kaderdir.” sözünü çokça işitir olduk. Genelde doğru bir ifade olmakla birlikte coğrafyanın kader oluşu: “Kader coğrafyasının çok iyi tanımlanması, gezilip görülmesi, çağa göre bilimsel keşiflerin gerçekleştirilmesi için mutlak gereklidir.” sözüyle daha iyi anlaşılır. Görsel ve işitsel her türlü haberleşme kaynaklarının yaygınlaşması, en hızlı ulaşım araçlarının artması ve istenilen birçok bilgi kaynağına çevrimiçi (online) olarak ulaşılabilmesi, kader coğrafyasının fiziki, beşerî ve sosyo-ekonomik özelliklerinin geniş halk kesimlerine ulaştırılmasına ve araştırmacıların bilgi kaynaklarına kolaylıkla ulaşmalarına imkân vermektedir.
Kozmik Evrenin tek ve eşsiz özelliklere sahip zekâ sahibi olan insan, işe önce kendini ve evreni tanıyarak başlamalıdır. Bu da ancak aklın dinamosu olan zekânın iyi kullanılarak varlık ve olayların somuttan soyuta tanımlanması, takibi ve analizi ile mümkündür. Bunun yolu da “Merak ilmin yarısıdır.” ve “Bilgi güçtür.” gibi bizim için çok değerli ve anahtar sözlerin gereğini yapmaktan geçer. İnsan, makro âlemden mikro âleme yani uzayın içlerinden atom ve hücrelerin derinliklerine kadar araştırma ve gözlem yapma merakında ve amacında olmalıdır. İnsan, diğer varlıklar gibi sadece biyolojik bir varlıkmış gibi davranamaz. Araştırmayan, merak edip bilgiye yönelmeyen bir insan kendine, ailesine ülkesine ve tüm insanlığa faydalı olamaz, belki de onlar için yük olur.
Türkiye Bilimsel Araştırma Kurumu TÜBİTAK’ta çalışan ünlü bilim insanı, fizikçi Prof. Dr. Taşkın Tuna’nın verdiği bilgilere göre “Evrende yaklaşık 100 milyar galaksi vardır ve biz güneş sistemi olarak bunlardan sadece birisi olan Samanyolu Galaksisinde bulunuyoruz. Her bir galaksi içinde ortalama 200 milyar yıldız yani güneş sistemi ve kentilyonlarca da gök cismi vardır. Bunlardan sadece birisi bizim güneş sistemimiz ve onun gezegeni olan Dünya ile birlikte diğer gök cisimleridir”.
Bu kadar büyük olan ve henüz bize ışığı ulaşmamış yıldızların bulunduğu bu muazzam evrende fiziksel olarak yani vücudumuzun kapladığı yer bakımından “Hepimiz bir hiçiz.”; ancak her birimiz yüreğinde taşıdığı sevgi, inanç, erdem ve bilimin ışığı ile “Evrendeki her şeyden daha değerliyiz.”.
Gezelim o zaman!
Bu köşede siz değerli dostlarıma bundan sonra “Gezelim o zaman!” deyip 33 yıl önce başladığım ve günümüze kadar da devam ettiğim gezilerimden; dünyada dört kıtada 38 ülkeye, Türkiye’de yedi bölgemizde Hakkâri dışındaki tüm il merkezlerimiz ve ilçe merkezlerimize ulaşan; meraklı, zevkli, dostluk ve macera dolu gezilerimden bahsedeceğim. Kimi zaman sizi güldüreceğim, kimi zaman siz çay içerken kahvenizi yudumlarken mutlu olacaksınız. Kimi zaman düşündüreceğim ve kimi zaman da hüzünlendireceğim ama hiç sıkmayacağım sizi. Belki bir gün satırlardakiler sadırlara(gönüllere) akacak, birlikte içeceğimiz çay ve kahveler eşliğinde sohbet edeceğiz kısmetse. “Mühim olan insanlık, mühim olan dostluk.” diyeceğiz inşallah. 27 yıllık coğrafyacı akademisyenlik ve eğitimcilik hayatımda şimdinin büyükleri ve öğretmenleri olan öğrencilerime hep şöyle derdim: “Gençler! Hayat hep tarih, coğrafya ve matematik değildir, hayat selamlaşmak, sohbet etmek, paylaşmak ve ziyarettir!”
Selamı yayacağız, paylaşacağız, soracağız ama asla kimseyi kınamadan, üzmeden ve kimseyi itham etmeden. 33 yıl öncesine gidelim mi şimdi? Peki, bismillah deyip başlayalım.
Of’lu Hacı Emin Amca
Trabzon’da Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Coğrafya öğretmenliği bölümü son sınıfta öğrenciydim; Gülbahar Hatun Mahallesi’nde Bakkal Mustafa Amca’dan 17 liraya kiraladığım iki odalı çok küçük bir evde kalıyordum. Komşumuz olup, o sırada lisede okuyan Celal ara sıra benim evime ders çalışmak ve ödevlerini yapmak için gelip giderdi. Bazen annesi onunla bana yiyecek bir şeyler gönderirdi. Yıl ortası olmadan Celal ve ailesi ile iyice kaynaşıp dost olmuştuk. Celal’in inşaat müteahhidi olan babası Of’lu Emin Amca bir gün bana “Nurettin, sömestre tatilinde oğlum Celal’i Trabzon’dan karayolu ile Irak ve S. Arabistan’a göndereceğim; senin Celal’e derslerinde çok faydan oldu. Bu yüzden seni çok sevdiğimizi biliyorsun, yol paranı karşılayacağım sen de git!” dedi. Bu sürpriz teklif karşısında sevincimden saatlerce kendime gelemedim. O gece sabaha kadar hayaller kurdum. Hemen ertesi günü Aydın’ın küçük bir kasabasının dağ köyünde yaşayan ve yoksul bir çiftçi olan babama; köyde sadece bir tane olan ve kahvede bulunan telefonla haber verip ondan izin aldım. O da buna çok sevindi. Hazırlıklar başladı ve kısa sürede tamamlandı.
26 Aralık 1996 Cuma günü Akçaabat Söğütlü’deki Fatih Eğitim Fakültesi Kampüsü’nde final sınavım vardı. O yüzden hareket saati öğleden sonraya alındı. Sınavın ardından başka bir komşum olan Niyazi Amca’dan, gelip arabası ile beni Fakülteden alıp hızla kafileye ulaştırması için rica ettim. O da kırmadı, beni Maçka’nın Hamsiköy’ü (Arapçada “beş köy” anlamındadır, bir tür balık olan hamsi anlamında değildir) yakınlarında kafileye ulaştırdı.
Musul ve Bağdat’tan Kerbelâ’ya
27 Aralık 1986 sabah erkenden Habur Sınır Kapısı’na geldik. Çok uzun süren işlemler heyecanımızı zorlasa da sabırla bekledik ve nihayet öğle vakti ilk defa yurtdışına geçmiş olmanın heyecan ve şaşkınlığı sarmıştı hepimizi. Akşam karanlığı da kış mevsimi olması dolayısıyla çabuk bastırmıştı. Bir hayli yol gidince, gece Bağdat’a ulaştık. İmam-ı Âzam Camisi’ni ziyaret ettik. Çevresindeki caddelerde bir süre seyyar satıcılardan aldığımız yiyeceklerle karnımızı doyurup tekrar aracın yanına geldik. Otobüsümüzün Bağdat’tan Kerbela’da doğru hareket ettiği saatlerde, vakit gece yarısını çoktan geçmişti. O saatlerde Bağdat'ta sirenler aniden acı acı çalmaya başlamış ve buna alışık olan Bağdatlılar her zamanki faaliyetlerini, hiçbir şey yokmuş gibi devam ettirmişlerdi. Kafiledeki herkes ise bu siren, top ve bomba sesleri karşısında çok endişelenmiş, süratle Bağdat'tan Kerbelâ yönünde hareket etmiştik.
İran ve Irak 1978-1986 yılları arasında Basra Körfezi’nde Şattü’l-Arap Irmağı ve sınır sorunları bahanesiyle sekiz yıl savaştılar. Şahit olduğumuz bu olay da bu savaş sırasında İran tarafından Şattü’l-Arap ve Bağdat'ın bir kısmının bombalanmasıdır. Sık sık gerçekleşen bu bombalama ve saldırılar, çok sayıda can ve mal kaybına sebep olmuştur. Ayrıca bu olaylar sebebiyle milyonlarca insan doğup büyüdüğü güzelim vatanlarından gurbet coğrafyalarına göç etmek, mülteci duruma düşmek durumunda kalmıştı.
Kafilemiz, sabah ezanının okunmasına epey süre varken Kerbela’ya ulaştı. Heyecan ve serüven dolu seyahatin ardından geldiğimiz bu yeni durağın adı: Kerbelâ idi. Burası da acılar coğrafyasının en acılı ve yürekler kanatan, dram yüklü merkezlerinden birisidir. Kafiledekiler hep birlikte otobüsün park ettiği yere çok yakın mesafede bulunan, ışıl ışıl aydınlatılmış büyük kubbesi, minareleri ve avluları ile görkemli bir mâbet olan İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.v) torunu, kızı Fatıma Zehra ile damadı Hz. Ali’nin oğlu, Kerbelâ’nın mazlum şehidi Hz. Hüseyin Camisi’ne doğru hızlı adımlarla, huşû içinde yürüyerek bu tarihî, muhteşem camiye ulaştık.
Caminin içi dışından daha aydınlık ve görkemliydi. Sabah namazı için herkes hazırlıklarını yaparken müezzin de yürekleri titreten o davudî sesi ile sabah ezanını okumaya başlamıştı ki avlu kısmında birden bir kalabalık ve bu kalabalıkla birlikte aniden bir hareketlenme meydana geldi. Birkaç arkadaşımla ben bahçedeki beliren bu hareketliliği merak edip kalabalığa doğru yürüdük. Kalabalığın önünde, musalla taşına konulan ve üzerinde Irak Bayrağı’na sarılı bir şehidin tabutu duruyordu. Biraz sonra öğrendik ki bu, daha birkaç saat önce Bağdat'taki bombalama sonucunda şehit düşen askerin naaşı idi. Bu muhteşem mabette cemaatle namaz kılındı ve ardından şehit asker için tören yapıldı. Bu sırada hava epeyce aydınlandı ve Hz. Hüseyin Camii’nin kubbesi tarafında, olanca ihtişamıyla güneş ufukta belirdi.
Üç hafta kadar sürecek bu seyahatimiz ve o seyahatte yaşadığımız ilginç hatıralarla diğer seyahatlerimden çok renkli gözlemlerimi ve hatıralarımı sizlerle paylaşacağım. Selam ve sevgilerimle …