Birbirinden ayrı, birbiriyle bağlantılı üç kelime: kapı, duvar, pencere. Bu, aynı zamanda bir üçlemeyi de beraberinde getiriyor. Her biri için ayrı bir yazı yazmayı düşündüğümüz kelimeler… Bunlar, hatırlanacağı gibi Necati Cumalı’nın Baba Evi şiirinde şöyle yer alıyordu: “Durmuş bakıyoruz/Baba evine. Senin/İlk görüşün gelinim,/Alt yanı bir ev sana göre,/Çatlak duvarın biri,/Boyasız kapı pencere.”
Dışa dünyadan kendimizi soyutladığımız, bize özel ve bize özgü olmasını düşündüğümüz alanın/evin bileşenleridir kapı, duvar, pencere. Onun bunlardan başka bileşeni yok mu? Elbette var. Başımızı kaldırıp yukarı baksak tavan vardır, tavanın üstünde çatı vardır, çatı ahşap ise kiremitlerle, oluklarla, omurgalarla kaplıdır. Evimiz betonarme ise sadece tavan vardır başımızın üzerinde. Yukarıya bakmaktansa çevremize bakmayı daha çok yeğlediğimiz için kapı, duvar, pencere bizi daha çok ilgilendirir. Oysaki taban da önemlidir; dünyada durduğumuz yerdir taban hâlbuki!.. Ya taban sağlam değilse!..
Göktürk Alfabesinde ev, bir çadırı andırır; bağlamına göre hem “be” hem “eb” şeklinde okunmaya uygun bir karakterle gösterilir. Çünkü Eski Türkçede “ev” kelimesi, “eb” şeklinde telaffuz ediliyordu. Hâliyle yazılışı da ona göre idi. Bir de o dönem, daha çok, konar göçer bir hayat yaşandığı için “ev” denince akla “çadır” geliyordu. Çadırların da sosyal durumunu gösteren hâlleri vardır; yörük çobanının çadırı kıldandı elbette. Ama Kağan’ın çadırına çevresiyle birlikte “otağ” adı veriliyordu. Bu kelimenin kullanılmasının da ayrı bir anlamı var. Şöyle ki:
Otağ kelimesinin etimolojisine baktığımızda kelimenin, "ateş yakmak, duman tütmek" anlamına gelen “ota-“ fiiline “-g” fiilden isim yapım eki getirilerek türetilmiş olduğunu görürüz. Bu da bir boyun, halkın, topluluğunun “var olmasının işareti” olarak “ateşin tütmeye, yanmaya devam etmesi” demektir. Ocağın yanması, yakılması, ocağın tütmesi deyimlerini bu anlamda düşünebiliriz.
Yerleşik hayata geçtikten sonra doğal olarak, değişen evlerin bileşenleri de değişti. Önceden direk, ip, kazık ve çul vb. örtülerden meydana gelen ev, oda, pencere duvar, taban, tavan, merdiven, daha sonraları balkon bileşenlerinden oluştu. Günümüz modern yaşam alanlarını oluşturan apartmanların, konutların, akıllı binaların bileşenleri de elbette daha farklı. Ama ister çadır ister müstakil bir ev isterse bir apartman dairesi olsun; ev denince onun bileşenleri kapı, duvar, penceredir daima.
Öncelikle şu fani dünyada bizim diye sınırlandırdığımız alanın çizgisini oluşturur duvarlar. Duvarlar vardır taştan, fırınlanmış kerpiçten; duvarlar vardır saman ile karılmış özlü topraktan kesilen kerpiçlerle sıra sıra yükselmiş. Duvarlar vardır yığma ya da gözenekli tuğladan. Ve bugün de duvarlar vardır “dayanıklı beton”dan!.. Evimizi çevreleyen duvarlar hayatın bir bölümünü daha özel ve bize özgü geçirmek isteğimizin bir yansımasıdır. Bu duvarlar, mutluluğumuzu ve huzurumuzu artırsın!.. Ama bir de…
Toplumları, şehirleri bölen duvar
Ama bir de sosyal ilişkilerimizi sınırlayan duvarlar vardır; nefret, kıskançlık, çekemezlik, ötekileştirme, düşman belleme, ötekini küçük görme, ona hayat hakkı tanımama gibi. Bu duvarlar herkesi kendi gettosuna hapseden, toplumumuzu içten içe kemiren âdeta onulmaz bir hastalık mesabesindedir. Bu hastalıklarla malul toplumun sağlığına kavuşabilmesi için uzun yıllara ihtiyaç vardır. Geçen yüzyılda toplumları karpuz gibi ikiye bölen anlayışlar geride kaldı derken Attila İlhan’ın şu unutulmaz “Sistem düşmansız duramaz.” tespiti aklımıza düştü. Bunun yıllar sonra da geçerli olduğunu hem yakın hem uzak çevremizde şahit olduk, olmaktayız da...
Bir de toplumları, şehirleri ikiye ayıran, iki devlet şeklinde bölen duvarlar vardır… İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte ortaya çıkan soğuş savaş dönemlerinin bir remzi olan toplumların bölünmüşlüğüne en bariz örnek Berlin Duvarı’dır. Batı toplumunda yıllar yılı "Utanç duvarı" (Schandmauer) olarak nitelendirilen ve Berlin şehrini doğu ve batı olmak üzere ikiye ayıran bu betondan sınır, 9 Kasım 1989'da Doğu Almanya'nın, isteyen vatandaşların Batı'ya gidebileceğini açıklamasını müteakip bütün bileşenleriyle yıkıldı. Üniversite yıllarımızda, o tarihi günü televizyonlardan izleme imkânı bulmuştuk.
Duvarlar, insan için mücadele edilmesi gereken yapılardır bazen. Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı romanında bir bölümün adı olan duvarlar da böyledir. Yazar, kahramanın gözlemlerini duygularını ve buna bağlı olarak duvarları şöyle anlatır: “Galip duvarlar uzaklaşıyorlar. Yüksek, çıplak, mavi, dümdüz, dimdik duvarlar. Gözümün hiçbir görüş köşesi yok ki içine bir duvar parçası girmesin. Hep ve yalnız onları görüyorum. Onlardan kaçan gözlerim onlarla karşılaşıyor. Bakıldıkça uzuyorlar, yükseliyorlar; sertleşiyor ve korkak, yumuşak bakışlarıma kaskatı çarpıyorlar, gözlerimi ezecekler. Başım döndü. Deniz gibi yayılıyor ve beni çeviriyorlar. Serinliklerini hissediyorum. Denizde, çıplak vücudumu saran dalgaların birdenbire taş kesilmeleri gibi, duvarları giyiyorum. Hiç kımıldamıyorlar.” Bu cümlelerinde hastane koğuşunda uzun süredir tedavi görmekte olan bir hastanın gözlem, düşünce ve duyguları yatmaktadır. Bu kişinin, yazarın kendisiyle bağlantısı akıldan uzak tutulmamalıdır.
Attila İlhan’ın Duvar’ı
Attila İlhan’ın 1948 yılında yayımlanan ilk şiir kitabının adını Duvar’dır. Şair aynı taşıyan şiirine “- bu şiir ikinci dünya savaşı içinde/kahredilen bütün dünya duvarları/için yazılmıştır.-“ epigrafı ile başlar. Şiir tek bir sesin yankısı değildir, çok seslidir yani. Şaire göre bu şiir/ler “duvar’daki şiirler, belki harbi etiyle kemiğiyle yaşamamış; ama gazete, radyo ve sinema yoluyla bir yandan; fırında kaybolan ekmek, seferber edilmiş ordu, pasif korunma ve karartmalar yoluyla öbür yandan; onun sertliğini ve hainliğini ‘etinde duymuş’ bir harp delikanlısının şiirleri.” olduğunu söyler. Devamında ise “şair mademki kalabalık yaşıyor, mademki herkestir; zulmün, haksızlığın ve kör diktanın krallık ettiği o karanlık günlerde, elbette hürriyetin, hakkın ve demokrasinin şarkılarını söylemeye savaşacaktır.” diyerek bir aydın duruşunun nasıl olması gerektiğini ortaya koyar. İlhan’ın bu şiirindeki “işte biz dinliyen duyan düşünen duvarlar/ işte o çocuk yumruklu dev o dev yumruklu çocuk” ne kadar da anlamlıdır. Yıllar geçse de değişmeyen bir fotoğrafı hatırlatır daima!..
Başka başka duvarlar
Batı medeniyetinin sanayi devrimi ile hayatın demir, çelik ve betonlarla çepeçevre kuşatıldığı, bütün bunların gücün simgesi hâline getirildiğini Mehmet Akif, İstiklâl Marşı’nda “Garb'ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,/Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.” diyerek ortaya koyar. Akif, batının beton ve çelikten gücünün karşısında “iman dolu göğsümüzün” dimdik duracağımızı ifade eder.
Yahya Kemal, Koca Mustafapaşa şiirinde semtin uhrevi yönünü anlatırken kullanır duvar kelimesini. Ama duvar yoktur ve asıl anlatmak istediği de budur şairin: “Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada,/
O kadar komşu ki dünyaya duvar yok arada,/ Geçer insan bir adım atsa birinden birine,/ Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.” diyerek semt sakinlerinin dünya ile ukba arasında, âdeta manevi bir hayat sürdüğüne dikkat çeker.
Hayal iklimlerine yolculuk için yelken açan bir gemiden bahseder Ali Mümtaz Arolat da Bir Gemi Yelken Açtı şiirinde. Şiirin son dörtlüğünde duvar kelimesini ufkun bileşenlerinden biri olarak görür: “Ufkun dört duvarına kanadını vurarak/ Rüzgâr sürüklenirken derinlerden derine,/ Gümüş yelkenlerini yüksekten savurarak/ Bir gemi yelken açtı hayâl iklimlerine.”
Han duvarlarına zindan duvarlarına
Faruk Nafiz Çamlıbel, Kayseri Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atanmıştır. Ulukışla- Niğde üzerinden Kayseri’ye doğru yol alırken kaldığı Niğde’de kaldığı bir “han”a dair duygularını resmeder. Hanın duvarlarında Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış diye verem illetine tutulmuş, yârinden ayrı kalmış, “hana sağ inip ölü çıkan” bir ozandan bahseder. Çamlıbel, şiirinde ozanın duvarlara yazılmış şiirlerinden örnekler sunar: “On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan/ Baba ocağından, yâr kucağından/ Bir çiçek dermeden sevgi bağından/ Huduttan hududa atılmışım ben”. Han Duvarları şiirinin devamında “Garibim, namıma Kerem diyorlar/Aslı'mı el almış, harem diyorlar/Hastayım, derdime verem diyorlar/Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben” diyerek şair kendi mahlasını da duvara işlemiş ki adres bırakmış bir bakıma. Bu çileyi, ıstırabı, derdi çekenin kim olduğu belli olsun diye. Çamlıbel, yıllar sonra Yassıada Mahkemelerinde yargılanır. Bu dönemi anlattığı şiirlerini de Zindan Duvarları ismini verir. Bu dizeler o şiirlerden: “Biz de Şeyhoğlu Satılmış gibi çizdik duvara:/ Nice yıl dillere destân olacak nâmımızı./Bu canım yurt ona gurbet, bize zindân oldu,/ Geçtiler yanyana tarihe serencâmımızı.”
Gurbet şiiri ile tanıdığımız Kemalettin Kamu da Kimsesizlik şiirinde bu durumu dört duvara benzeterek “Yıllardır ki bir kılıcım kapalı kında,/Kimsesizlik dört yanımda bir duvar gibi;” diyerek toplum içinde toplumdan uzak insanın ruh hâletini ortaya koyar.
Duvarlar, zindanda, cezaevinde bambaşka bir anlam kazanır. Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları — 1 şiirinde Nazım Hikmet cezaevinde, zindanlarda duvarın ne anlama geldiğini bu dizelerde bize hissettirir: “kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan/bu demirli pencere/bu toprak testi/bu dört duvardır...” Nazım, Ellerinize ve Yalana Dair adlı şiirinde dikkatimizi duvardaki afişlere çekererek “İnsanlarım, ah benim insanlarım,/ antenler yalan söylüyorsa,/ yalan söylüyorsa rotatifler,/ kitaplar yalan söylüyorsa,/ duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa, (…) ellerinizden başka her şey/ herkes yalan söylüyorsa” bunun nedeninin ellerin itaatli, kör ve aptal olması için olduğunu söyler.
Hapishane denir de Sabahattin Ali yâd edilmez mi? O, Hapishane Şarkısı şiirinde, bir hapishanenin duvarına çarpan deniz dalgalarının sesleriyle avunduğunu ama dışarıyı görmemenin üzüntüyle içinin burkulduğunu dile getirir: “Dışarda deli dalgalar/Gelip duvarları yalar;/Seni bu sesler oyalar, Aldırma gönül, aldırma”
Necip Fazıl Kısakürek Otel Odalarında şiirinde çivi yaralarından doğan acıların nabzının çıplak duvarlarda attığını söyler: “Atıyor sızıların çıplak duvarda nabzı/Çivi yaralarında, çivi yaralarında.” Kısakürek, Tabut şiirinde ise tabutun küçültülmüş bir oda mesabesinde olduğunu “Her yandan küçülen bir oda gibi/Duvarlar yanaşmış, taban alçalmış.” dizeleriyle ortaya koyar. Kısakürek’e göre duvarlar; insanı kısıtlayan, çepeçevre saran bir engeldir; bunu,Bendedir şiirinden anlıyoruz: “Ne azap, ne sitem bu yalnızlıktan,/Kime ne aşılmaz duvar bendedir.” Görüldüğü gibi şair bundan da şikâyet etmemektedir aslında. Ona göre hapishane duvarları birer katildir, âdeta “hana sağ girip ölü çıkan Şeyhoğlu” gibi hapishanede can verenleri anar: “Peykeler, duvara mıhlı peykeler;/ Duvarda, başlardan, yağlı lekeler,/ Gömülmüş duvara, baş baş gölgeler.../ Duvar, katil duvar, yolumu biçtin!/ Kanla dolu sünger... Beynimi içtin!”
Her insan, kendi duvarını kendi örer. Kendi ördüklerinde mutlu, başkasının ördüklerinde hep hasret vardır. Hasret içinde olanlara vuslatlar dileriz…