Her mevsimin ve her günün kendine mahsus güzellikleri vardır. Kasım günlerinin de öyle. Eski takvime göre yıl, “Kasım günleri” ve “Hızır günleri” olarak ikiye ayrılırdı. 8 Kasım ila 5 Mayıs arasındaki günlere “kasım günleri”, 6 Mayıs ila 8 Kasım arasına da “Hızır günleri” denirdi. Kasım günlerinin sonunda 6 Mayıs’ta Hıdrellez ile bahar başlardı. Onun için, 6 Mayıs’ta bahar bayramı olarak Hıdrellez şenlikleri yapılırdı. Bu şenlikler, bugün birçok yöremizde yapılmaya, bahar bayramı kutlanmaya devam etmektedir.
Kasım, Arapça kökenli bir kelimedir ve "bölen, ayıran, taksim eden" demektir. Bu aya, “songüz, teşrinisani, bölenay, koçayı, ahırgüz” de denir. Öyleyse kasım, neyi bölmektedir? Mevsimi mi, yılı mı?
Kasım, halk arasında “koçayı”, “koç katımı”, “katım ayı” olarak isimlendirilmektedir. Bazı araştırmacılar, Türkçe kelimelerdeki ses değişikliklerini dikkate alarak, “katım ayı”ndaki “katım”ın zamanla “kasım”a dönüşmüş olabileceğini dile getirirler. Dil açısından bu da mümkün!..
Kasım’ın İngilizcedeki adı, "november"dır, Latince 9 anlamına gelen “novem”den gelir. O da aylara bölünmemiş kış süreci, ocak ve şubat arasında bölünene kadar eski Roma takviminde kasım ayının 9. ay olması sebebiyledir.
Sonbaharla konuşmalar
Kasım günlerinde tabiat bir başka güzeldir. Hele ılıman bir havanın hâkim olduğu şehirlerdeki bakımlı parklarda bu güzellik çok daha belirgindir. Parkta, vaktin sonbaharın son demleri olduğunu unutup kelimedeki baharın güzelliklerini yansıtma duygu ve düşüncesinde olan çiçekler görüyorum; bunlara çalı çiçekleri demek de mümkün. Yanı başındaki çınarın, kavak ağacının, akasyanın hâlini hiç görmemiş gibi ilkbaharı yaşıyor, çiçek çiçek kokular saçıyor etrafa. Az ötede ismini tam olarak bilmediğim ama çoban elmasından küçük, kızılcıktan büyük, alıç ayarında ama alıç olmayan, renk olarak alıca hiç benzemeyen küçük meyveli ağaçlara bakıyorum. Dolu dolu meyveleriyle yüklü dallarına inat, yaprakları sararmış, çoğu yerlere dökülmüş, dallarındaki meyveleri bütün bütün görünür olmuş.
Ahlat da biraz uzaktan el sallıyor, ben buradayım, beni de an diyor. Onu kıramıyorum, onu da anıyorum, alıyorum onu buraya. Yaprakları henüz büsbütün sararmış değil. Ya meşe? Şimdi onun adını anmasam alınır, kırılır, ruhu daralır. O da pelitleri/palamutlarıyla “Ben de bana verilenlerden ikram etmeye hazırım.” diyor. Az ileride, derenin beri yakasında gri yaprakları, içleri unlarla dopdolu, soluk kırmızı meyveleriyle iğde göz kırpıyor ve “İğdeyle yüklü dallarım yerde/ Gözlerinize gerilmesin perde/ Benim adımı güzelce ananlar/ Hani nerede, hani nerede?” diyor. Ya cennet elması, Trabzon hurması? Kakaolusu, kurutmalıkları ile dillerinize lezzet tadımla buradayım derken aynı bahçeyi birlikte paylaştıkları zeytinleri unutmamamız gerektiğini hatırlatıyor bize. Yüce Mevlâ, nice hikmetlerle dolu Kur’an-ı Kerim’inde “İncire ve zeytine and olsun!” (Tîn, 1) buyuruyor. İşte, zeytin de “Ben buradayım yeşil, siyah, bazı soluk bordo renklerim ve kış yaz kış kahvaltılarınızda yer alma bahtiyarlıklarımla.” diyor.
Zeytin demişken dilime o şarkı takılıveriyor, o çok eskiden beri duyduğum: “Zeytin gözlüm sana meylim nedendir/ Bu sevmenin kabahati kimdedir/ Gül olmuşsun, dikenlerin bendedir/Zeytin gözlüm uzaklarda işin ne/ Şarkıları düşürürüm peşine” şarkının sözlerini arka plana alırken zeytin, “Bazılarının benden ürettiğiniz yağı yiyemeyeceğini, basma fistan giyemeyeceğini söylüyor. O laflara itibar etmeyin; gerçek sağlık bende, benimle beslenin ve zinde kalın.” diyor. Zeytin de haklı, devir algı devri. Öyle diyenler ancak kendilerini aldatırlar zaten!..
Kıyı şehirlerimizden mandalina da selam etmiş uzaktan; yolda, gelmekte olduğunu söylemiş. Ve aleykümselam, elbette o yolda olduğunu söylemiş ama bazıları pazarlarda çoktan yer almaya başladı bile...
Kasım günleri yağmursuz olmazdı, ama bu sene pek de yağmadı yağmur. Yağmur olmayınca bir selam eksik oldu!.. Ey güz mantarlarının şahı, reisi çıntar, bizim yöremizdeki adıyla “gannı mantar”, kanlıca nerelerde kaldın sen, söyle?.. Gözerimiz arıyor seni pazarlarda, dağlarda; bulamıyoruz, sensiz de edemiyoruz. Ne etceez gari?..
Kasım dizeleri
Kasım günleri gelir de şairlerin kalemleri durur mu hiç? Klavyeleri şakır şakır dizmez mi kelimeleri? Onlar çiçeklerle haşır neşir olmayı çok severler. Sözü onlara bırakmak gerek değil mi?
Kasım deyince akla, hemen onun adı gelir: kasımpatı. Kasım aynasından cemali güzellikler yansıtır. Ama Bedrettin Aykın üzüntüdedir; kasımpatıları, karlar altındadır çünkü. Üzüntüsünü dile getirdiği Kar Altında Kasımpatılar adlı şiirine şu dizeleriyle başlar: Kar yağıyor kente/ Ve üstüne ölülerimizin/ Gelinlikler örneği beyaz yumuşak/ Giydiğimiz soğuk ölüm giysisi/ Üzgünsün üşümüşsün/ Oysa ölüler üşümez ki”
Şair Salih Polat, Şili yangınlarının ortasında ve kasımpatıların arasında tebessüm eden Pablo Neruda’yı bulur güler yüzle: “bir elim sıcak denizlere değerken/ bir elim buzul çağlarında/ şili yangınlarında buldum neruda'yı/ gülüyordu kasımpatılar arasında”
Şair Egemen Berköz de Sığınak’tadır; uzun süren karlı kış mevsimi sebebiyle iş yapamaz hâle gelen köy halkının ahvalini “köy uyuyacak” diyerek duyurur: “Köy uyuyacak. Kaçak/ bir yanılsamadan sonra/ kasım ayı ve sabah/ unutup göğü kahverengi/ ve yanda dizelerimi/ yazık! köy uyuyacak.”
Kasım ayı gelince havada sis başlar, pus başlar. An gelir, göz gözü görmez olur, ağır sis veya körduman kaplar da ortalığı. Bu durumu, 19. yy. İngiliz şairlerinden John Clare, Kasım şiirinde şöyle betimler: “Ne kadar sönük ve karanlıktır Kasım günleri./ Aylak pus yükselir sarmalanmış akşamda/ Ve şimdi, sabah sessiz, saklanır duman ve sis içinde”
Ben Sana Mecburum şiiriyle söz ettiren hep adından, Sisler Bulvarı’nda geçit resminde şimdi Attila İlhan, aşikâr etmiş cümle duygularını nihan: “elinin arkasında güneş duruyordu/ aylardan kasımdı üşüyorduk/ ağacın biri bulvarda ölüyordu/ şehrin camları kaygısız gülüyordu”
“Kasımda aşk başkadır.” derler. Attila İlhan da Paris’te, caddelerin birinde, muhtemelen bir kafede, bir şeyler yazmakla meşgulken hanım hanım bir bayanın “Siz Türk müsünüz?” sesiyle irkilir. Daha önceden hiç konuşmadığı, görüşmediği birinin Türk olabileceği kanaatiyle ona böyle bir soruyu yöneltmesi kişinin Türklere sempatisinden veya antipatisinden olduğu bellidir. Derken tanışırlar; Anadolu’da, Bursa’da doğup büyümüş, tehcir günlerinde yurtdışına gitmiş aileden Maria Missakian adında bir Ermeni güzelinden başkası değildir. Arkadaşlıkları, dostlukları bir süre devam etse de bir kertede kopmak zorunda kalır. Ama üstat İlhan unutur mu? Unutmaz, onu ve bu anısını adına yazdığı Maria Missakian adlı şiiriyle yâd eder: “yüksekkaldırım’da bir akşam/ maria missakian’ı düşündüm/ eğer kendimi bıraksam/ yağmur olabilirdim yağardım// kasım’da bir çınar olurdum/ yaprak yaprak dökülürdüm/ kalbimi sıkı tutmasam”
Belçikalı şair Emile Verhaeren de Kasım Yeli adlı şiirinde yazdan ve güzden kalma ne kadar güzellik ve düzenlilik varsa onarı bozup ortadan kaldıran bir yelden bahseder. Şiir, Nuri Can çevirisi ile şöyle başlar:
“Uçsuz bucaksız fundalıkta/ İşte Kasımı duyuran yel/ O sonsuz fundalıkta,/ İşte yel/ Yırtınan, parçalanan,/ Güçlü soluklarıyla köylere çarpan/ İşte o esinti,/ Yabanıl Kasım yeli.” Hakikaten kasım günlerinde hava hep ani değişiklerle karşı karşıyadır. An gelir yazdan kalma pastırma sıcaklarıyla insanı terletir, an gelir gölgeye geçilir ve güneş bulutların ardına saklanır da ortalık buz keser. Bu gerçeği ifade sadedinde, geçen gün markete giderken şöyle demiştim: “Montlar içeride eksik, dışarıda fazla.” Aynı şekilde düşünmüş olmalı ki eğitimci, şair yazar Hüdayi Can da “Hüzün, Kalp ve Bedene Bol Gelen Evler” yazısında şöyle diyordu: “Bu mevsimde ev içleri soğuk oluyor ama gündüzleri dışarısı sıcak.”
Çocukluğumda “ocaklı” dediğimiz, altı kardeş bir yay gibi hizalanarak ısınmak için sıralandığımız ocak başlarında yüzümüz yanardı harlı ateşten, sırtımız donardı keskin soğuktan. Soba nedir bilmiyorduk o zamanlar henüz. İlk aldığımızda çok küçük olan kardeşim Durmuş, sobayı görür görmez korkmuş, eve bir süre girmez olmuştu. Sonbahar işte böyledir; içerisi soğuk kış, dışarısı sımsıcak yazdır evlerin.
Bir maçın son çeyreğindeyiz, diğer maçın ise antrenmanında. Kasım günleri, güz bereketinin de son demleridir. Bu, insan ömrünün de bir son bulacağına, daha sonra başka bir baharda dirileceğine işaret eder.
Ah, o kalbimizin ta içlerinden damlaya damlaya gelen şarkı:
“Ömrümüzün son demi, son baharıdır artık
Maziye bir bakıver, neler neler bıraktık?”
Sonbaharın son demleri olan Kasım’ın, -belki de ömrümüzün- bu son günlerinde bu şarkı dillere pelesenk olmuş, hep dillerdedir… Hem bir muhasebe hem bir nimetlerin şükrünü eda sürecidir bu.
İnsan, her şeye güzel bir bakış açısıyla bakabilmeli, kasım günlerinin güzelliklerini de görmelidir. Bakışımız hayatımızı, varlığın, eşyanın konumunu, durumunu değiştirir. İnsan, muhasebeyi sadece ömrünün son deminde değil, her deminde yapmalı ki bataklığa, iflasa doğru yol almasın; daima kazancın mutlu ve huzur hâlleriyle hem dem olsun!..
Ve şiir:
“Kasım, sen de geldin ya
Daha bir sevdik evlerimizi
Daha çok gördük birbirimizi
Senle tamamlandı ailemiz
Şimdi şeniz
İyi ki geldin sen
İyi ki…
Bir yolculuk var
beyaz günlere
Yollar beyaz, giyimler sıkı
Güneşte somurtuk bir yüz
bakışları küskün
Ne sırtımız ısınıyor ne yanıyor başımız
Kör oldu gözlerimiz bir kar denizi ortasında
Kalakaldık öylece bu deniz fırtınasında”
(H. Say)