Hemen belirteyim ki bu bir seçim analizi yazısı değildir.
Hayatımızı yaşarken birtakım deneyimlerden geçeriz. Hayatı yaşayarak öğreniriz bir bakıma. Bu, bütün bütün böyle değildir elbette. Kimisini yaşayarak kimisini de öncekilerin, atalarımızın tecrübelerinden, birikimlerinden istifade ederek yaşarız. Yaşayarak öğrendiklerimize kısaca tecrübe diyoruz, deneyim diyoruz. Tecrübe ede ede, deneyim kazana kazana bir ömrü tamamlıyoruz.
Hayatımızın akışı içerisinde deneyimlerimizi kaleme alır, gelecek nesillere yararlı olması için dergi veya kitap sayfalarında bunları paylaşırsak insanlığa bir hizmetimiz olmuş olur. Yoksa yaşayarak öğrendiklerimiz bizimle birlikte bu fani âlemi terk eyleyecekse bundan hem biz hem de bizden sonra gelenler nasiplenmemiş olur. Deneyimlerimizi yazarak gelecek nesillerle paylaştığımızda bu paylaşımlardan istifade edecek olanların sevabını almış oluruz. Yazmazsak nesiller bundan mahrum kalır biz de sevabından mahrum kalırız.
Hayat bir kazanma ve kaybetme kuşağıdır. Bu dünya ebedi hayatın bir tarlası olduğu için burada ekip biçtiklerimizle elde edeceğimiz ürünün kalitesi bizim kazanma veya kaybetme durumumuzu ortaya koyar.
Türkiye bir mahalli idareler diğer bir deyişle yerel yönetimlerle ilgili bir seçimi daha geride bıraktı. Halk, önüne konulan sandıkta şehrini, mahallesini, köyünü yönetmeye talip olan adaylardan kendince buna layık gördüklerini tercih ederek bu konudaki düşüncesini ve kararını ortaya koydu. Yasalar ve yönetmelikler, yönergeler çerçevesinde sayım döküm işlemleri yapıldı. Buradan çıkan sonucu beğenirsiniz beğenmezsiniz; ama kabul etmek ve buna saygı duymak durumundasınız, durumundayız.
Seçimle konusu gelince tercih etme, kazanma, kaybetme gibi kelimeleri de beraberinde düşünüyoruz ister istemez. Kazanma ve kaybetme meselesi biraz görece kavramlardır ve biraz da göreceli bir durumdur. Neye ve hangi ölçütlere göre kazandın ya da kaybettin? Kazanmak ve kaybetmek bizim için ne anlama geliyor, bunu nasıl anlayıp nasıl değerlendiriyoruz?
Bir de kişinin toplum içindeki konumu, durumu da önemli. Kazandım dediği hususlar belki de onu esasen kaybettiren hususlardır, kim bilir?
Öldükten sonra dirilmeye, ahirete, hesaba, mizana, cennet ve cehenneme bir kişi ister inansın ister inanmasın, öncelikle insanî ölçüler içerisinde hareket etmesi gerekir kişinin kazanması için. Kim ki hak, hukuk adalet, eşitlik, hakkaniyet, liyakat gibi değerlere riayet eder; başkasının hakkına tecavüz etmez, haddi aşmaz, o zaman gerçek anlamda kazanmıştır. Bugün seçimle makamlarına yerleşenler, bu değerlere uygun davranmalı! Bu değerlere uygun davrandığı ölçüde asıl kazanma kuşağında yükselişe geçer. Değilse her şey aleyhine döner de kaybetmede zirveye taşır kendini. Kaybetmenin zirvesi ise çukurluktur, hayvandan da aşağı bir derekeye düşmek demektir.
Mevlâna Celaleddin-i Rumî şöyle der: “İnsanı ateş değil, kendi gafleti yakar. Herkeste kusur görür, kendisine kör bakar. Neye nasıl bakarsan, o da sana öyle bakar.” Demek ki insan gafletten kendini kurtardığı ölçüde ateş de kendisine dokunmayacaktır. Hem öyle değil mi? Yüce Yaratıcı, insanların öncelikle bu dünya hayatında huzuru, cenneti yaşaması için emirlerini ve yasaklarını biz Kutlu Rehberler (aleyhisselam) vasıtasıyla bizlere bildiriyor. Bizler, nankörlük ederek, o kılavuzu yok sayarak, kabul etmeyerek düz yolda şaşıp kalıyoruz. İşte böyle bir durumda kazanalım derken hep kaybediyoruz.
Nasıl mı kaybediyoruz? Huzur ve güven içerisinde yaşayıp gideceğimize huzurumuzu kaybediyoruz, birbirimize olan güveni kaybediyoruz. Kayıplar o kadar büyük oluyor ki ailenin fertleri bile kendi aralarında güveni kaybettikleri için ailede huzur diye bir kavramdan söz etmek imkânsız hâle geliyor. Bu, sizce büyük kayıp değil de nedir?
İnsan düşünmeden edemiyor. Kazanmak ve kaybetmek kelimelerini harf/ses açısından irdeliyorsun karşına çıkan bir garip hâl: Alfabede bile kazanmak kaybetmekten sonra geliyor. Önce kaybediliyor sonra kazanılıyor. Bu, bana üstat Necip Fazıl Kısakürek’in “Beklenen” şiirinin ikinci dörtlüğünü hatırlattı. Şiir şöyle: “Geçti istemem gelmeni,/Yokluğunda buldum seni;/Bırak vehmimde gölgeni,/Gelme artık neye yarar”
Demek ki nimetlerin, varlıkların, imkânların kıymetini bilemiyoruz en başta. Onun varlığını, kıymetini, önemini onu kaybedince anlıyoruz. Kaybetmediğimizin değerini neden bilemiyoruz?
Kaybedişlerimiz biraz da hırslarımızdan. Hırs devreye girince akıl kanatlanıp uçup gidiyor. Onun için sözün sultanları “Hırs sebeb-i hasarettir.” Yani ki hırs, hüsrana uğrama sebebidir demişlerdir. Hikayeleriyle tanıdığımız Hüseyin Su’nun günümüz “aydınlarının” içinde bulunduğu hırslarından dolayı kaybetme durumlarını @gulsefdeli adlı twitter hesabında şöyle resmeder:
“Yenme/kazanma, yenilme/kaybetme duygusunun psikolojik yankısıyla kulaklarınız tıkandığında, kalp kamaşmasıyla aklınız ve mantığınız tutulduğunda, dumura uğradığında hakikati aramanız da bulmanız da imkânsızlaşır. Dışarıdan nasıl görülüp anlaşıldığınız bile artık umurunuzda olmaz. Bütün insanî melekeleriniz kilitlenmiştir o durumda. Neye sevindiğinizi, neye üzüldüğünüzü kestiremezsiniz. Bu durumu 'yazı yazan' insanlarda görmek daha da ürkütücü. Gazetelerdeki durum gerçekten çok acıklı. Sanat, edebiyat, düşünce çizgisinden gelen 'gazetecilerin' bile şirazesi dağılmış durumda. Dünkü arkadaşlarından öç almak için kinlerinden dilleri yarılmış vaziyette.”
Kazanma konusunda farklı bir bakış açısı sergileyen edebiyatçı Ramazan Çetin de “Benim zaferim; kötülerin beni değiştirip dönüştüremedikleri, teslim alamadıkları sürece parlamaya devam edecektir.” diyerek iyilik düşüncesinde olanların iradelerini zinde tutarak kötülüklerin kendilerine benzetememiş olmalarını bir zafer, bir kazanım ve kazanç olarak değerlendirir.
Kazanmak, kâr elde etmek, coşkulu bir durum. Kaybetmek, zarar etmek, ziyana uğramak hüzünlü, kederli ve ruhi bakımından çöküntü hâli. Kazanma ve kaybetmeyi dengeleyen bir etken yok mudur? Elbette var. Biz buna kanaat diyoruz. Kanaat eden rahat eder, huzur bulur. Eldekileriyle yetinen, daima mutludur. İnsan, mutluluğunun ve huzurunun devamını sağlayabilmek için maddi ve manevi imkanlar bakımından kendisinden iyi olanlara bakarsa hiçbir zaman mutlu olamaz. Kendi imkanlarına sahip olamayanlara bakarak insan daima mutlu ve huzurlu olur. Rabbine karşı da şükür ve hamd sahibidir o kişi.
Yanlış anlaşılmasın; kanaat sahibi olmak, eldekileriyle yetinmeyi bilmek insanı durağanlaştırmaz. Bilakis onlar hedef olarak karşısında durur. Huzur içerisinde yaşarken o imkânları kazanmanın helal dairede yollarını arar.
İnsan, hiçbir fikri ve fikir sahibi kişileri ötekileştirmeden, yok saymadan, onlarla iyi ilişkiler kurarak bu dünya hayatını verimli kılar. Hem kendisi mutlu ve huzurlu olur hem de muhatapları. Böylelikle hem iyi komşuluk ilişkileri içerisinde olacak hem erdemli fertlerden bir fert olarak geleceğe yürüyecek, kazanma kuşağında daima kazanacak ve asla kaybetmeyecektir.
Aslında her iki dünyada da kazanmanın ve kaybetmemenin formülü belli: İyilik edeceksin, iyi düşüneceksin; aklında, ruhunda kötülük emareleri varsa onları söküp atacaksın. O zaman başkasının hakkına hukukuna, tecavüz etmemiş, haddi aşmamış, yalan söylememiş, doğruluktan ayrılmamış, hakkaniyetten uzaklaşmamış olursun. Böyle olunca da kaybetmezsin hiçbir zaman.
Ağlatırsan, ah alırsan ağlarsın. Hak ve hakikatten ayrılırsan zulmedersin. Şüphesiz ki Allah, zulmedenleri sevmez. Dinin emri komşularınla iyi geçin iken sen tutar komşularınla kullarını memnun etme adına iyi geçinmezsen, onların hakkını hukukunu gözetmezsen kaybedenlerden olursun. Fani bir mutluluk için baki bir huzuru harcarsın. Bu da kayıpların en büyüğüdür; bilene, akledene!..
Sen sen ol, adil ol, hakkaniyetli davran, liyakati gözet, “yetmiş iki millete bir gözle bak” ki kazananlardan ol!