Üstat Bediuzzaman, o harika sözlerinden birinde, dert ve sıkıntıların giderilmesi akabindeki ahvali anlatma sadedinde şöyle der “Zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i elem dahi lezzettir.” der. Anlatılmak istenen şudur: Lezzetin kaybedilmesi, sona ermesi insana acı verdiği gibi elemin, acıların yok olması, onların geride kalması da bizde acılarından sıyrılmış hatıralar olarak bir lezzete dönüşür.
Çocukluğum dağlarda, taşlar, kayalar arasında, kırlarda, yaylalarda keçi, koyun ve oğlak ardında geçti. Çobanlık yapanlar bilirler, bu “küçük baş”ları otlatmanın her birerinin ayrı ayrı zorlukları da olduğu gibi apayrı güzellikleri de vardır.
Uygun yayılım özelliklerine sahip bir mera buldunuz mu koyun gütmenin, koyunları otlatmanın çok zevkli ve insana tefekkür buutlu bir hayat yaşatabileceğine dair düşüncelerim ağır basar. Bunu şu sebeple dedim: Sadece koyunlardan müteşekkil bir sürüm hiç olmadı ve ben öylesine “homojen” bir sürünün çobanlığını hiç yapmadım. Bundan dolayı ona dair düşünce ve duygularım hâl seviyesinde değil, bilgi ve görgü seviyesindedir.
Bir de şu var, koyunların yaratılışlarının bir gereği olarak onlar, sıcak havaları pek sevmez, onca yünü sırtlamış geziyorlar yaz kış, sıcak soğuk demeden sırtlarında kaloriferleri her daim hazır, yürüyorlar, geziyorlar, öylece koşturuyorlar. Bundan dolayı koyunlar sabah serinliğinde otlatılmalıdır yahut havaya bulut ağınca otlağa yayılmalıdır. Çünkü onlar, saat on birden sonra yine yaklaşık saat üçe, on beşe kadar bulabilirlerse bir ağaç altında, bulamazlarsa dairevi olarak birbirlerine sokulmak suretiyle öylece dinlenirler.
Kara keçi ayağından doyar
Benim çobanlığımda sürüler “homojen” değildi, yani sadece koyun ve sadece keçilerden oluşmazdı otlattığım sürüler. Çoğunluğu keçilerden meydana gelmiş bir sürünün içinde hemen hemen üçte birini teşkil ederdi koyunların sayısı. Koyunlar da ister istemez çoğunluk olan keçilere uymak zorundaydılar. Nasıl mı? Anlatayım.
Keçiler, çok gezerek yayılmayı seven küçük hayvanlardır. Davarlarla uğraşan halkın arasında yaygın bir söz vardır “Kara keçi ayağından doyar.” diye. Hayatı keçilerle şekillenen her insan bu sözü ve anlamını gayet iyi bilir. Mevsimine göre farklılık arz eden bir yayılım özelliği gösteren keçilerin hareketler bağlamındaki hâlleri durağan, yavaş, orta, koşuşturmaca ve hızlı koşucu şeklinde sıralanabilir. Durağan hâllerinde bile hareketlilik sürekli vardır, en azından yayılım alanı dahilinde otlanmaları, yavaş da olsa hareket hâlindedir.
Çobanlar maraton koşucusu
Keçileri otlatmanın en zor olduğu mevsim güzdür, yani sonbahar mevsimidir. Bu hüküm benim dağlarım, yaylalarım, arazilerim için geçerlidir. Diğer yerleri, bölgeleri, yaylaları bilemem. Çünkü bu mevsimde bizim köyün -şimdilerde mahalle deniyor ya- arazilerinde, dağlarında meşelerin pelitleri, palamutları olur. Bir de boz armutlarımız hatta yerel söyleyişle ifade edecek olursak “bozamıt”larımız vardır bizim. Kimi oldukça könümüş, iyice olgunlaşmıştır yani, ağaçların diplerinde, serilmiş bir sofra gibi bizi beklemektedir. Keçiler bozamıt ve pelitlere çok düşkündürler. Birinden yese doyacak ama gözü doymaz onların, gözlerini bir ağaç altı doyurmaz.
Keçilerdeki bu pelit ve bozamıtları yeme hırsının benzerini ben daha sonraki yıllarımda insanlarda gördüm. Ne garip bir tecelli, öyle değil mi? Nasıl mı? Keçiler, bir meşe ağacının altındaki pelitlerin tamamını yiyip bitirmeden diğerine koşar, oradan birkaç ağız yedikten sonra diğerine, sonra diğerine, sonra diğerine… hiç durmaksızın böyle devam eden bir koşudur bu. Bu günlerde çobanlar âdeta maraton koşucusu gibi hazırlıklı olmalıdır bu hâllere. Hamlamış olanların, biraz kilolu olanların bu mevsimde keçilere çobanlık etmesi çok zordur. Sabahleyin önüne kattığı sürünün ancak yarısını akşam üstü eve, ağıla getirme şeklinde sonuçlanacak zorlu bir günü geride bırakabilir. Sürüden ayrılanların bahçelere dadanarak zarar vermesi, bu yorgunluğun üstüne ancak tuz biber ekmek olur. Bütün bu sebeplerden ötürü keçi çobanlığı yapanlar antrenmanlı olduklarından daima sağlıklı olurlar. Bir de keçi sütü ile beslenmeleri onları daha da sağlıklı yapar.
Dağlara fidan bürümüş
Şimdilerde ne çobanlık yapan var ne de çobanlık yapılacak arazi. Dağlarımız, yaylalarımız Orman’ın ağaçlandırma çalışmaları çerçevesinde hep orman fidanı dikildi, dağlarımız ağaçlandırıldı. Bunlar güzel çalışmalar. Ama güzelliğin, küçükbaş hayvancılığın da sonunun gelmesine sebep olma gibi bir ceremesi de olmadı değil; bu da işin bir başka yönü.
Şimdiki nesil, köyde doğup büyümüş olanlar bile bizim yaşadığımız bu hâllere hep yabancılar. Gerçi şimdilerde köylerde çocuklar bile kalmadı. Bu da işin bir diğer yanı.
Çobanlık yaptığım bu zamanlarda, hâliyle çok geziyoruz, koşturuyor, bazı inatçı keçilere söz geçirmeye çalışıyoruz. Taş atıyoruz olmuyor, sesleniyoruz, bağırıp çağırıyoruz olmuyor. Bu tür durumlarda koştura koştura ta yanına kadar varıp elinizdeki sopanızla onları ancak çevirebiliyoruz gittikleri yanlış yerden ve yönden. Bu koşturmalar tabii ki parklardaki koşu parkurlarındaki yumuşak zeminlerde, tam sportif ayakkabılarla süngerlerin üzerinde yürümek gibi olmuyor. Taşı var, ağacı, çalısı çırpısı, tümseği çukuru var.
Koşu hâlinde olduğunuz için her birerine dikkat etme imkânınız yok, çünkü siz yanlış yere ve yöne giden keçileri o yerden ve yönden döndürmeye odaklanmışsınız, ayağınıza değecek taşı, çalıyı görmeniz mümkün mü? Hem ayakkabınız şimdilerde olduğu gibi öyle sağlam spor ayakkabısı hiç değil; “gara ırastık”tan. O simsiyah lastik ayakkabılarının bazısının içi bezle kaplanmış olurdu bazısı da çıplak olurdu, bezsizdi yani. Onları sağlam olarak bulup giymek bile bizim için bayramdı. Lastik bu, bazen çabuk eskirdi, daha ayına varmadan bir bakmışsınız bir kenarından yirilmiş veya altından keskin bir taşa yahut sert bir dal parçasına, dikenine değmiş de delip geçmiş ayakkabıyı. Ayakkabı o yaralanma ile çoktan eskimeye başlamıştır bile. Ayakkabı eskimeye, ayaklarda da acılar yavaş yavaş hissedilmeye başlanmıştır.
Yoldur bize yaka tepe düz ova
Çobanlık yaptığımız dağların, arazilerin, meraların topraklarının özellikleri o kara lastikten ayakkabılarımızın ömrünün uzunluğuna kısalığına etkisi çoktur. Köyümüzün batı ve kuzey batı tarafları taşsız, toprağı çok olan bölgeler. Buralarda yağmura yakalanırsanız yürümek veya traktörle de olsa hareket etmeniz zorlaşır. Hoş, o zamanlarda böyle traktör mraktör de fazla yok köyde!.. Yayan olarak geldiğinizde yollar yaka tepe üzerinde devam ettiği için çamurlaşan zeminde rahat yürümek imkân dahilinde değil. Bir de ayakkabınız arkadan veya yandan yarılmışsa o ayakkabının o şartlarda ayağınızda durması da mümkün değil.
Yağmurlarda sırılsıklam ıslanan çocuk
Hiç unutmam, bir defasında “Sarıçamlık”ta, çamlar arasında, keçileri otlatırken gökyüzünde bulutlar kümelenmeye, bir araya gelmeye başladı. Önce beyaz beyaz bulutlar birbirine yaklaştı. Beyaz bulutların bize bakan kısımları, alt tarafları, yeryüzüne bakan kısımları yani, kara bulutlarla kaplanmaya başladı daha sonra. Derken hava karardı, karardı… iri iri birkaç yağmur damlası düşmeye başladı. O gün, sürüyü, içinde az miktarda koyunların da bulunduğu keçi sürüsünü Ayşe ablamla otlatmaya gitmiştik. Havanın bozması sonrası sürüyü toplayıp eve doğru yönlendirmeye başladık. Yağmur, bizden hızlı davrandı ve biz sürülerimizle yola henüz koyulamadan oracıkta, dereli tepeli bir arazi özelliği gösteren o ormanın içindeyken başlayıverdi. İri iri yağmur tanelerinin ardından belli aralıklarla dolu da yağdı. Yağmur bulunduğumuz alanda ve eve döneceğimiz yol üzerinde çok etkili oldu. Benim ayağımda o kara lastik ayakkabılardan var. Var ama ayakkabımın arkası yirik. Arazi yukarıda da belirttiğim gibi kumsal; yer, sertleştirme özelliği gösterecek taşlardan, taşlıklardan, gıyır, çakıl gibi malzemeden uzak. Yağan yağmurla birlikte sağlam ayakkabılarla bile bu yolda rahat ve düzgün biçimde yürümeye imkân yok.
Yoğun yağmurun etkili olduğu o gün, ayağımdaki o yırtık ayakkabıyla sürünün arkasından arkasında düşe kalka, kaya yıkıla eve geç de olsa ulaştım. Keçiler köye, eve bizden önce varmıştı tabii. Ablam iki arada bir dere kalmış vaziyette hızlı hızlı giden keçileri mi idare etsin, arkada yırtık ayakkabısı ile sırılsıklam ıslanmış küçük kardeşine mi göz kulak olsun, kayıp düştüğünde elinden tutup çekip yola çıkarsın! Onun işi benden de zor, hem sorumluğu da bunu gerektiriyor.
Yalına ayak yollardayım
Ben ikide bir ayağımdan kayıp çıkan, beni zordan zorluklara atan o yırtık kara lastik ayakkabımı düz alanlarda giyiyor, yaka, yamaç, yokuş olan yerlerde elime alarak geliyorum. Üzerimdeki elbiselerimin ıslanmadık yeri kalmamış, sırılsıklam denir ya öyle bir hâldeyim. Bu hâl üzere düşe kalka eve geldim.
Eve sağ salim geldiğimde herkes şükrediyor. Tabi ben de şükrediyorum. Çünkü yağmurun yağmaya ilk başladığı yerlerdeyken sık sık şimşek çakıyor, yer yer yıldırım düşüyordu. Bir yandan sesin, o bir anda çatırdayan sesin etkisi çok farklı. Onu, o anda hissedilenleri anlatabilmek, yazıya aktarabilmek ne mümkün!..
İşte ayaklarımızın kayması neticesinde düştüğümüz o dağlarda, derelerde, tepelerde ayağımız, bacağımız taşa, kayaya çarptığında, çalı çöğür dikeni battığında vücudumuzun tepkisi ortaktır: Hemen ağlar. Vücudun ağlaması damarlarda açılan gözeyledir. İnsan gözlerinden ve kalplerinden ağlar. Aslında insanın bir de somut olarak yaralarından, bu gözelerden ağlaması söz konusudur. Yaralar bazen içte bazen dışta; bazen görünür bazen görünmez, sezilir.
Zevâl-i elem lezzet
Yazımın başında yer verdiğim, Üstat Bediuzzaman’ın sözünde belirtildiği gibi, çocukluğumda yaşamış olduğum, hayatımın rahmetle gelen o zahmetli bölümünü bugün tatlı bir hatıra olarak yâd etmiş olmam tam da “zevâl-i elem lezzettir.” hâli. Yaşanan dert ve sıkıntıların güzel bir sabırla aşılması sonrasında geride tatlı bir anı olarak kalacaktır. Nitekim bunun farklı farklı örneklerini herkes kendi hayatında bulabilir.
İşte yağmur bu kimine rahmettir kimine zahmet ve meşakkat. Tek derdimiz bu olsun yeter ki!.. Rabbim yağmuru rahmet olarak versin, afet olarak değil!..
Rabbim dert ve sıkıntı vermesin, verdiğinde de güzel bir sabır ve sağlam bir dayanma gücü versin. Akıbetimizi hayr eylesin!