“Günler kısaldı... Kanlıca'nın ihtiyarları/ Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.” der modern şiirimizin kurucusu üstat Yahya Kemal, Eylül Sonu şiirine başlarken. Böyle demekle sonbaharla ihtiyarlık ve ölüm arasında doğal bir ilişki kurar.
Geçen günleri, yaşanmakta olan sonbaharı düşünen sadece Kanlıca’nın ihtiyarları değil elbette. Yaşı kemale eren, ermekte olan, zaman zaman hayatının bir muhasebesini yapan herkes, sonbaharı -farklı renkleri olmakla birlikte- böyle algılar, öyle değerlendirir.
Gün için ikindi neyse yıl için sonbahar, ömür için de ihtiyarlık odur. İkindi vakti nasıl ki günün azalmakta, akşamın da gelmekte olduğunu hatırlatır; sonbahar yılın, ihtiyarlık da ömrün ikindi vaktidir. Günün biteceğini hatırlatan ikindi gibi sonbahar ve ihtiyarlık da yılın ve ömrün bitip kışa, ölüme geçileceğini, dersini en güzel anlatan bir öğretmen edasıyla ikaz eder. Yaşadığı hayatın gayesini müdrik bir insan için bu hatırlatma, ömür takviminin son yapraklarının koparılıp ömrün son şafağının sökeceğinin işaretidir. O son şafak, dünya hayatının son anlarıdır. Sevenlerin başucunda olsa da senin; sevdiğine, “Yüce Dost”a yürümenin, bu dünyadaki “son yolculuğa” çıkışın, “tahta ata” binmenin, bir başka âleme doğmanın vaktidir.
Yeni doğuşlar
İnsanı iki doğuş vurur; birinde ağlarsın, diğerinde gülüp ve ağlamak bu dünyada yaptıklarına bağlıdır. Ama muhitindekilere bu doğuşun etkisi birincisinde sevinç, ikincisinde hüzündür, ağıttır. Divan şairi Osman Nevres der ki “Yâdında mı doğduğun anlar/Sen ağlardın gülerdi âlem/Öyle bir ömür sür ki mevtin/Olsun sana hande, halka mâtem” yani doğduğunda herkesin güldüğü, senin ise ağladığın o günler hatırında mı? Bu dünyada öyle bir hayat yaşa ki sen gülerek ebedî âleme giderken çevrendekiler ardından ağlasın kalsın!.. Böyle bir hayatı yaşamak hiç de kolay olmasa gerek!..
Ömür dediğimiz, ezelden bize verilmiş bir emanet süre. Bu emanet sürenin içinde ne varsa onlar da emanet; bedenimiz, uzuvlarımız, sağlığımız, aklımız, zamanımız, evladımız, eşimiz, dostumuz, arkadaşımız; en önemlisi de canımız!..
Her dem emin kalabilmek
Askerliğini yapmış olanlar bilir. Nizamiyeden içeri girdikten sonra mülkiyeti askeriyenin envanterinde kayıtlı olan bazı eşyalar verilir. Bunların bazıları zaman içerisinde yıpranıp eskiyebilir, emanetten düşülebilir, ya da bunların emanet süreleri daha kısadır. Bunlar arasında parka, gömlek, kamuflaj ve çarşı elbisesi, kışlık bot, pijama, eşofman takımı, hâkî renkte iç çamaşırı, çorap, eldiven, yeşil palaska, banyo ve yüz havluları, künye levhası, künye zinciri, vb. sayılabilir. Bir de emanet süresi askerlik süresine eşit olanlar vardır: Bunlar da askerî olgunluğa erdikten, “usta” olduktan sonra askere verilir ve her askere ayrı ayrı zimmetlenir. Silah ve bileşenleri gibi.
Askerliğin ilkbaharı acemiliğin ve “ustalığın” ilk günleri ve ilk aylarıdır. Ustalığı da askerliğin yazıdır; askerden beklenen vazifeleri ifa etmenin, onları yerine getirmenin vaktidir. Bu süre içerisinde insanın türlü duygularla iç içe, sarmaş dolaş olduğu, gün içinde dört mevsimi duygular bazın birden yaşadığı bir dönemdir. Vatan, millet aşkıyla yanıp tutuştuğu, millî hislerle coşup taştığı bir zamanda, ta uzaklardan bir çift göz aklının ve kalbinin en mutena köşesinden çıkıp gelir. Gelişine hem sevinç hem hüzün yoldaşlık eder, duygular duygularla harman olur.
Ah, o gözler
O bir çift göz ya bir annenin babanın ya kardeşlerin veya dünya ahiret yoldaşın, sevgilinin, yavuklunun, eşinin, refikanın gözleridir. O gözler ki nice kudretli, padişahları bile kendisine zebûn etmiş, acizliğe düşürmüştür.
Osmanlı padişahlarının kahir ekseriyeti -büyük çoğunluğu demek- şairdir, sanatkârdır. Selimî mahlasıyla şiirler yazan, “Müslümanların halifesi” ve “hâdimu’l-harameynu’ş-şerifeyn” unvanına sahip Yavuz Sultan Selim baksanıza, felekten nasıl da şikâyet ediyor: “Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân/ Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek” yani “Ormanların kralı, o kuvvetli ve kudretli aslanlar, benim yok edici gücüm ve kuvvetimin timsali pençelerimde tir tir titrerken felek beni masumiyetin, mahsuniyetin, -güzelliğin yani- ve samimiyetin sembolü ceylan gözlü sevgili karşısında aciz bıraktı.” O gözler, insanı aşk ateşinde közler, yakıp kavurur. Nice krallar, padişahlar da yanıp kavrulmuştur o aşk közünde.
Güzellik için öyle dememişler miydi zaten? Ziya Paşa, bir gazelinde, “Hüsn olur kim seyr ederken ihtiyar elden gider.” diyerek güzelliğin tarifini de ortaya koyar bir bakıma. Evet, güzel, güzel odur ki onu seyrederken insan seçme iradesini, melekesini, kabiliyetini ortadan kaldırır.
O gözler, insanı hayatın gerçeklerine çeker; hayalin, hamasetin, coşkunluğun bulutlar üstü atmosferinden yere indirir. Gözler ki bizi bir dünyadan alıp diğerine götürür, farklı dünyaları tanıtır ve yaşatır bize.
Biz neye, nasıl bakarsak o şey o nispette değer kazanır ve biz ondan o miktarda istifade ederiz. Kıymetli olana kıymet vermezsen kıymetsizler sana kıymetli görünür. Kazançlı çıkıp çıkmadığını o sürecin sonunda görürsün.
Sular hep göz göz akar. Her akar da su değildir. Yaralar ki göz göz kanar. Her kanar da yara değildir. Kabuk bağlayan yaralar da o bizi farklı dünyalara çekip götüren gözlerin görmesiyle göz göz kanar, damla damla düşen kanlarımız da yüreğimizden binler parçadır, bizi bizden alıp götürür. Erittikçe eritir bizi.
Sonbahar mı, sombahar mı?
Sonbahar diyordum, hayat diyordum, doyasıya yaşanmış sombahar, yaşanmışlık diyordum, ihtiyarlık, ömür diyordum… Günler, aylar, yıllar geçip gidiyor birçok şeyi fark etmeden. Yaşanan nice acılar, kederler bize emanet edilenlerden parçamızı birer birer alıp yok ediyor.
Sevinçlerimizle bir bir yenilenirken kalplerimiz, hüzünlerimizle hep yıpranıyoruz. Hayatın hay huyu karşısında anadan babadan, kardeşten dosttan, dost bildiklerimizden bir bir ayrılıyoruz. Kimi bizim isteğimizle kimi de onların istekleriyle... Ama git git gide yalnızlaştığımız da bir gerçek, bunun ya farkındayız ya değiliz!..
Yalnızlaşmanın türlü türlü sebepleri var elbette. Kimi yanlış bir bakışın kurbanı olarak uzaklaşıyor dostundan kardeşinden, arkadaşından, ailesinden; ailesi, dostu, kardeşi, arkadaşı da ondan! Şarkılar uyarırken bizi, kulaklarımızı tıkamışız da kendimizi ya da dostlarımızı bu yalnızlığa itmişiz biz. Bestesi ve güftesi Âmir Ateş‘e ait olan, şu güzelim şarkıya bir kulak verelim, ne diyor? “Seni ben unutmak istemedim ki/Uzayan yollara neden inandın/ Sevenler verdiği sözden döner mi/Şu yalan yıllara neden inandın?” diye sorulması gereken soruyu sorduktan sonra sözü başkalarının dedikleriyle kuyuya inenlere getirerek son noktayı koyar dinlemek ve anlamak isteyene: “O yalan sözlere sakın inanma/Seneler geçse de seven unutmaz!”
Huzur; muzdariplerin acılarını yaşayabilmek
Git gide yalnızlaşıyoruz; kimi hastalıktan kimi ölümden kimi siyasetten. Asıl vatanımızdan uzak kaldığımız şu dünyada yolumuz gurbete düşmüş, gönüllerimiz hazin hazin ağlamakta. Bir şair dostum, geçen günlerdeki bir paylaşımında şöyle diyordu: “biliyorum çiçekler ekseri baharda açar/ meyveye durur sonrasında da./ mazlumların üzerine açan/ keder çiçekleri de meyveye durmuş;/ baksanıza, olgunlaşmış da/ çarnaçar doluüzgün/ bir bir toprağa düşüyor,/ haşirde filizlenmek üzere...” Yalnızlığımızda içimizde kan çiçekleri açıyor baharları değil, hazanları çağıran kan çiçekleri…
Türlü sebeplerden hastalıklara düçar olan dostlarla ilgili ne çok ayrılıklar yaşıyoruz, ne çok ayrılık haberlerini alıyoruz. Gün geçmiyor ki bizi derin bir hüzne gark eden bir vefat haberini okumayalım. Bu da yüreklerimizi hüznün deryasına salıyor şu sonbahar günlerinde. Salıyor da bir türlü coşkunluğun, sevincin sahiline çıkamıyoruz. Sebebini Murat Kapkıner de o çok sevdiğim Seni Bileli şiirinde açıklıyor, acılı yürekleri anlatıyor. Hele bir kulak verelim: “Afrika'da öldürülse bir yerli/ canı bende çıkıyor/ seni bildim bileli// şişlenen zenci benim/Amerika'da” diyerek, “her kedi/koşar tekerleklere kendi/gelir/son nefesi bende verir/ölü başka yerde/şivan benim hanede/gün değil/ülkeler batıyor/her akşam bizim yörede/seni bileli” bilinciyle hareket edebilmek gerek!.. Şairin dediği gibi “ölü başka yerde/ şivan benim hanede”, aslında insan için olması gereken hissediş bu olmalı. Bu olduğu zaman, ülkeme de dünyaya da barış gelecektir kendiliğinden.
Yürek bağımız azap üzümleriyle dolu
Kendimizi hesaba çekelim bakalım ne kadar “Ah ülkem, kalbimin ortası, ah Türkistanlım, ah Yemenlim, ah Suriyelim, ah Arakanlım, ah her gün işkence ve zulüm altında inim inim inleyen Uygur kardeşim!..” diyebildik? Yaşanan bunca acılarla yüreğimiz ne kadar burkuldu, onları anlayabilmek için neler yaptık, kendimizi onların yerine ne kadar koyabildik, dahası koyabildik mi?
Yalnızlaşma, dostlardan ayrılma hususunda ölüm ve yaşamak temalı pek çok şiirler yazan Cahit Sıtkı da Otuz Beş Yaş şiirinde: “Hayata beraber başladığımız/ Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;/ Gittikçe artıyor yalnızlığımız.” diyor, diyor da yalnızlığın, yalnızlaşmanın yanık türkülerini mırıldanıyor.
Yolculuklar yolculuğu
Dostlar, arkadaşlar, cümle yârân gidiyor; onlar gibi biz de gideceğiz, yolculuğumuza bundan sonra bir başka âlemde devam edeceğiz. Bakınız, bu yolculuklar için üstat Hilmi Yavuz ne diyor Öteye başlıklı şiirinde: “hep Senin içindi, hep/ güle dönüşü Hiç'in...// varlık gurbet, yokluk sıla;/ aşklar hep Sana varmak için...// kalbimin ötesi, gülümün üstü;/yolu yolculuktan ayırdın, -niçin?” Üstat Yavuz, insanın bu dünyadaki varoluşunu şiirce ve şairce hissettirip izah ediyor. Bir bakıma bütün yolculuklar Sana varmak için yapılmıştır diyor, bütün gönül erleri, erenleri gibi.
İnsanı hüzne sevk eden, gerçek sevilenlerin bir bir eksilişidir, sevgilerinin eksilmesi değil!.. Sevgisinin hiçbir zaman eksilmediğini ve bundan sonra da eksilmeyeceğini gerçek seven zaten bilir. Gerçek seven ve sevilen hasbîdir ama asla hesabî değildir. Birbirini bir şeyden dolayı sevmez; gerçekten sevdiği için sever. Rabbimize karşı kulluğumuzun da öyle olması gerekmiyor mu? Yunus Emre’m “Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç huri/ İsteyene ver sen anı/ Bana seni gerek seni” diyerek Allah’a kulluğun ebedi saadetimiz için bile değil, sadece ce sadece O’nun rızasına ermek için yapması gerektiğini söylerken ne kadar da haklıdır, öyle değil mi?
Son yolculuk tahta atta
Hepimiz bu dünyada kiracıyız; ikametimiz geçici, kalıcı değiliz burada. Azalan ömrümüzün sonunda, son yolculuğumuzda nasıl bir hâlde olmak istiyorsak o şekilde bir hayat yaşayalım. Zira “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz!..” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr) diye ikaz ediliyoruz İki Cihan Güneşi’nin (sallallahu aleyhi vesellem) lâlügüher sözleriyle. Öyle değil mi zaten?
İnsan bu; kimi rahmetle kimi zahmetle uğurlanır bu dünyadan. Rahmetle zahmet arasında bir nokta vardır. Tıpkı gözle kör arasındaki farkın bir nokta oluşu gibi. Bu dünyada o noktayı elde edebilen; yaptıklarıyla görülür, ebedî âleme rahmetle zahmetsizce uğurlanır, uğurlayanlara hiç de zahmet olmaz bu uğurlama, ama hep hüzün verir! Ya ötekisi, öyle midir ya?..
Günler kısalıyor, ömür yapraklarımız da git gide azalıyor. Rabbim, bizi iman ve Kur’an’dan ayırmasın, tahta atta yapacağımız son yolculuğumuza kadar emanette emin kılsın. İstikamet üzereyken emanetini teslim edenlerden eylesin. Âmin!..