Eylül ayının ilk haftası, ülkemizde ve yaz mevsiminin sonbahara evrildiği, yaz tatilin sona erdiği tarım hasadının büyük ölçüde tamamlandığı, okulların açıldığı ve güz yağmurları ile havaların serinlemeye başladığı çok canlı bir dönemdir. Bu sene, aşırı sıcakların etkisiyle çok sıcak ve kurak geçen yaz mevsiminin ardından, eylül ayından sonra ekim de yazın sıcak ve kuraklığını yaşamaya devam etti.
Son yıllarda, her zamankinden fazla iklim değişmeleri ve doğal felaketlerle karşı karşıya kalmaktayız. Bunlardan birisi de hiç şüphesiz ki “kuraklıktır”. Yıllık yağışın m²’ye 100 mm’nin altında düştüğü dünyanın en az yağış düşen alanlarına kurak bölge adını veriyoruz.
Kuraklık: görünmeyen pek çok sebepler yanında görünen iki sebebe bağlı olarak gerçekleşir: Bunlardan birisi fizikî kuraklık hâli olup çöl ve step bölgelerindeki gibi yağmurun yağmaması veya yetersiz yağması hâli, diğeri de kutuplarda, yüksek dağlık alanlarda ve şiddetli kış yaşanan karasal alanların iç kısımlarında fizyolojik olarak var olan suyun donmuş olması hâlidir. Su kaynaklarının kimyasal atıklarla kirletilmesi, ormanların yangınlar ve sanayi eliyle yok edilmesi ve daha onlarca beşerî sebepler de sonradan çıkan olumsuz etkenlerdir.
Geçen yazılarımda tabiat kendisini kirletenlerden ve bozanlardan er ya da geç intikam alacağını belirtmiştim. Ne yazık ki tüm dünyada ve ülkemizde özellikle de son yıllarda üzülerek belirteyim ki bunu çok sık yaşar hâle geldik.
Tüm olumsuzlukların öncesinde, yaşanıldığı dönemde ve hatta sonrasında da insan evrenin ve kendisinin sahibi olan Allah’a yönelir derdini ona döker, dua edip O’ndan yardım ister. Âlemlerin sahibi de zaten bize gönderdiği ayetlerinde yukarıda belirttiğim iki görevi istemektedir. Bunlar “fiilî ve kavlî dua” olarak özetlenebilecek olan bilimsel çalışmaların yanında vicdanen ve sözlü olarak yapacaklarımızdır.
Yel Ebesi
Türkiye’nin birçok bölgesine ve özellikle Batı Anadolu’ya, geniş bir alana, bu sene neredeyse hiç yağmur yağmadı. Barajların suyu iyice azaldı, ırmaklar kurudu, sulama kanallarına su verilemedi. Bu aşırı kuraklık karşısında tarımsal sulama kuruluşları ve yerel yönetimler önlem alma yoluna gittiler. Bunun yanında içecek su sıkıntısı da ortaya çıktı. Bu durumda insanlarımız inanç değerleri gereği yağmur duaları tertipledi. Denizli, Aydın, Muğla gibi bazı illerimizde bazı köylerde çocuklar tarafından geceleri düzenlenen ve köylerdeki tüm evlerin tek tek dolaşılıp ziyaret edilmesi şeklinde gerçekleştirilen “yel ebesi” adı verilen dua ritüeli düzenlendi. İslam inancında olmayan bu dua ritüeli sanırım en eski Türk inanç ve âdetlerinden günümüze kadar gelen hoş bir âdettir. Çocukların içindeki saf ve temiz duyguların dua şeklinde tezahürüdür. Çocuklar akşam olunca köy meydanında toplanırlar, içlerinden bir öncü kişi ya da grup seçerler. Sonra tüm çocuklar:
Yel ebesi yeliyle,
Ardının seliyle,
Yağdır Allahım yağdır,
Yağdır Allahım yağdır!
sözlerini zil ve çan sesleri arasında yüksek sesle koro hâlinde söylerler. Ev sahibi para, yumurta veya meyve verir. Bir tas suyu da öncünün elindeki zeytin dalının üstüne döker. Çocuklar yukardaki sözler yanında bazen de;
Kara koyun kuzulamış,
Tırnakları sızılamış,
Sicim gibi yağmur,
Ver Allahım, âmin Allahım âmin!
gibi başka dua sözlerini nakarat olarak da söylerler. Bu sözleri uğranılan her bir eve varışta tekrar edip tüm köyü dolaşırlar. Köylülerin verdiği yumurtalar, şekerler, elmalar ve paralar sepette toplanır. Çocuklar en son mezarlığın çevresini de dolaşarak başladıkları meydana geri gelirler. Toplanan para ve yiyecekleri adaletli şekilde paylaşırlar.
Bu tören 15 yaşından küçük çocukların yaptığı güzel bir âdettir. Henüz dilleri ve halleri günaha bulaşmamış olan çocukların dua ve dilekleriyle gerçekleştirilen bu dua ile hayatî, coğrafi ve sosyal bir problem olan susuzluğun giderilmesi için Yüce Yaratıcıya sığınma, hem de çocukların zihin dünyalarında dini duygu ve düşüncenin yer etmesini sağlama adına da güzel bir âdettir.
10-14 Eylül tarihleri arasında benim memleketim olan Aydın ili, Yenipazar ilçesi, Eğridere Köyü’müzde hemşerilerimiz komşu Karacaören, Karaçakal, Çavdar, Paşaköy, Kuloğulları, Güney ve Hacıköseler ve diğer köylülerle Kız Mezar mevkiinde bir araya gelip hayır keşkekleri, lokmaları ve sofralar kurup beraberinde “yağmur duasına” çıkıldı. Çocuklarımız da 3 akşam “yel ebesi” törenleri düzenlediler.
Yaratıcının yarattıklarından isteği olan çalışkanlık, üretkenlik, bilimsel çalışmalar, temizlik, saygı, sevgi ve adil olmak, doğanın korunması, kimsenin hakkının yenmemesi yanında kulluk ve dua görevlerinin de yerine getirilmesi bütünlük ve devamlılık gerektirir. Bir şarkıda çalıların hayatını devam ettirmede en önemli şartlardan biri olan dikkat çekilerek “Yağdır Mevlâm su!” deniliyor ya, ben Yüce Mevla’dan rahmet, yağmur ve yardım diliyorum.
***
Tanca’da Son Günlerim
Fransızca kursu için, Fas’ın en kuzeyinde, Cebel-i Tarık Boğazı kenarında yer alan Tanca’ya geleli on beş günü buldu. Fas’ın kuzeyinde669.685 nüfuslu bir şehir olan Tanca’yı ve çevresini bir hayli gezdim.
Fas'ın bağımsızlığını kazandığı 1956 yılına kadar Tanca, stratejik konumu ve liman oluşu nedeniyle uyuşturucu, kaçakçılık ve casusluk trafiğinin kavşağı denilebilecek bir yerdi. Şimdi ise şehir, yasa dışı aktiviteleriyle değil, daha çok, turistik özellikleriyle ön planda.Buraya gelenlerin mutlaka gezmesi, görmesi gereken yerlerin arasında birkaç güzel ve çok önemli yer daha var: Herkül Mağarası, Cape Spartel’deki Deniz Feneri, “Casa Parata” adı verilen halk pazarı bunlardan bazıları.
Fransızca Hocam Laoar bir gün dersten sonra, “Fas Kralının eşinin kurduğu gönüllü bir yardım kuruluşu var. Ben oranın üyesiyim, onun yıllık kurul toplantısı var, ona beraber katılacağız.” dedi. Ben o toplantıya sadece misafir olarak katıldım ama herkes bana büyük ilgi gösterdi. Coğrafi uzaklığa karşın kültür ve inanç yakınlığı buradaki insanlarla kısa sürede birbirimize ısınmamıza ve tatlı bir sohbet etmemize vesile oldu. Birçok ülkede ve Fas’ta Türkiye ve kültürümüz son yıllarda iyi tanınıyordu. Buralara gelen, gönüllü eğitim kurumlarımız ve öğretmenlerimiz yanında, TİKA gibi devlet kuruluşlarımız, iş adamları ve müteahhitler ve Türkiye televizyonlarında gösterilen ve uydu vasıtasıyla birçok ülkede ve Fas’ta da gösterilen dizi filmler Türkiye’nin hem tanınmasına hem de sosyo-kültürel ve ekonomik ilişkilerin gelişmesine de katkı sağlamıştır. Bu güzel buluşmanın ardından ikimiz ayrılıp arabamızla Cape Spartel (Spartel Burnu) daki Deniz Fenerine gittik. Burası Afrika’nın ve Fas’ın Tanca’daki en kuzeybatısında ve stratejik bir noktasında yer alan tarihi ve otantik mimari özellikleri ile çok ilgi çeken deniz feneriydi. Bu deniz fenerinin etrafı da restoran ve kafeler şeklinde düzenlenmiş burayı ziyaret eden yerli ve yabancı misafirlere İspanya kıyıları, Cebeli Tarık (Septe) Boğazı ve Afrika’nın en kuzeyinin büyüleyici manzarasını sunuyordu.
İki denizin kavuşması
Arabamızla Cape Spartel Menara’ya geldiğimizde ikindi vakti gibiydi, ocak ayının kısmen soğuk ve serinliği muhteşem manzarada mevsim, sıcak bir çay eşliğinde tatlı bir seyir ve muhabbete dönüşüvermişti. Bu güzel manzaranın hemen yanında “Meracel Bahreyn” (İki denizin kavuştuğu yer” adı verilen ve ünlü deniz bilimci Kaptan Jacques-Yves Cousteau tarafından keşfedilen Akdeniz ve Atlas Okyanusu sularının birbirine karışmadığı muhteşem görüntü de buradan çıplak olarak görülebiliyordu. Jacques-Yves Cousteau’un bu buluşunu 1400 sene önce Hz. Muhammed’e (sav) gönderilen Kur’an-ı Kerim’deki Rahman Sûresi (55. Sûre) 19. ve 20. Ayetler’de Allah (cc.) şöyle beyan ediyordu: “O, birbirine kavuşmak üzere iki denizi salıverdi. Aralarında bir engel vardır; birbirlerine karışmazlar.”
Jacques-Yves Cousteau’nun buluşunun Kur’an-ı Kerim’de asırlar öncesinden yer aldığını öğrenen onun Müslüman olduğu söylenmiştir.
Değerli dostlarım, haftaya yine Tanca’da buluşana dek, hepinize sağlık ve mutluluk dileklerimi iletiyorum, hoşça kalın, sağlıcakla kalın diyorum.
***
“Yumurta dıştan bir güçle kırılırsa yaşam son bulur, içten bir güçle kırılırsa yaşam başlar; zira doğru dönüşümler hep içten gelir.”
İbni Rüşd