Divan edebiyatının önemli şairlerinden Ahmet Paşa bir gazelinde “Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr/ Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim” yani (Eski bir vakitte sevgili şöyle göz ucuyla bana bir merhaba lûtfetti. O gün bu gündür, o bakışın mestliğiyle başka birinin merhabasını hiç tanımadım.) der. Bu; vefanın, sadakatin, sevginin, aşkın iki dizede en güzel şekilde ifadesinden başka nedir ki? Bu beyit, “berceste” kabilinden “selâm” ve “merhaba” konularında daima baş tacı edilmektedir.
Toplumsal bir varlık olan insan, bunun bir gereği olarak hemcinsleriyle bir arada yaşamak mecburiyetindedir. Toplum hayatının da olmazsa olmaz, uyulmazsa hiç olmaz belli kuralları vardır. Bunların başında dürüstlük gelse de insanları birbirine bağlayan, âşina kılan selâm verme ve merhabalaşmalardır. Bu sebeple selâm vermenin ve merhaba çekmenin toplumun barışı açısından çok önemi haiz olduğu bilinmeli ve ona göre hareket edilmelidir.
Önce selâm, sonra kelâm
Toplum için önemli olan iletişimin bir kanununu olarak karşımızda duran bir hadis-i şerif vardır: “E’s-selâmu kable’l-kelâm” yani “Selâm, kelâmdan öncedir.” veya buna kısaca “Önce selâm” demek de mümkün! Denebilir ki yemeğin başı nasıl besmele ise başkalarıyla konuşmanın, iletişime geçmenin başı da selâmdır, merhabalaşmadır.
Nedir selâm, nedir merhaba öyleyse? Bu iki kelimenin kökenleri, yapıları farklı olsa da bunların anlam bakımından birbirini tamamlama, birbirine destek olma durumu söz konusudur. Ayrı bir yazının konusu olan selâm kelimesinin anlamını verip geçelim. Selâm, lügatte “Bir kimseye veya bir topluluğa yakınlık, sevgi ve nezâket göstermek, sağlık, esenlik ve başarı dilemek için “Selâmün aleyküm, merhaba, hayırlı işler.” gibi sözlerden birini söyleme yâhut aynı dileği taşıyan bir işâret veya harekette bulunma” şeklinde açıklanır. (lügatim.com)
Kutadgu Bilig müellifi Yusuf Has Hâcib de selâm için "Selâm insanı insanların şerrinden korur; selâma mukabele eden kimse selâmetini teminât altına almış olur." diyerek anlatılanları teyit ve tasdik eder. Halk arasında da selâm vermek sünnet, selamı almak farzdır kanaati hakimdir.
Güne merhaba demek
“Merhaba”, Arapça kökenli bir kelime olup “Genişlik, bolluk olsun.”dan “İyi günler, günaydın.” anlamında selâmlaşma sözü olarak halkın arasında yaygın olarak kullanılır. Merhabalaşmak da “selâmlaşmak maksadıyle karşılıklı ‘merhaba’ demek, merhaba diyerek selâmlaşmak” demektir. Ayrıca, halkın arasında hâkim bir anlayışa göre birine “merhaba demek”, ona “benden sana zarar gelmez.” şeklinde bir güven ve teminat vermektir.
Anadolu’da yaşayan geleneklerimizdendir; bir meclise, topluluğa selâm vererek girilir, ardından herkesle birer birer “merhaba”laşılır. Bu durum, birkaç kişi beraber gelse de değişmez. Herkes herkesle mutlaka merhabalaşır. Söze, sohbete ondan sonra başlanır.
Gayet insani olan bu geleneğimiz, bazılarınca garipsense de aslında bütün insanların birbiriyle iletişime geçmesine vesile olması bakımından önemlidir. Öyle ki birbiriyle dargın olanların belki bu fasılda kalplerinin yumuşayarak barışa yönelmesi ihtimali söz konusudur. Merhaba, esasen selâmlaşmanın hem sonu hem de hazırlayıcısıdır. Hatta insanların selâmdan sonra birbirlerine merhaba çekmesi, iletişimin derinleşmesine bir vesiledir.
Yaşadıklarımızın merhabaları
Nasıl ki bir meclise, cemiyete girdiğimizde oradakilerle selâmlaşıp merhabalaşıyoruz. Aslında yaşadığımız her ne varsa onlar birdenbire olmuyor. Onların da selâmları, merhabaları geliyor önden, gelmekte olduklarını, gelişlerini bildiren. Birdenbire karşımızda bulduğumuz ne var Allah aşkına? Elbette her şey, bize sürpriz gibi geliyor, öyle değil hâlbuki. Peki, bunlar bize niye öyle görünüyor? Şundan, olayları iyi okuyamıyoruz, yaşananları iyi ve doğru analiz edemiyoruz da ondan.
Kış da birdenbire gelmiyor, bahar da. Sonbaharda yaprakların dökülmesi kışın bize bir merhabasıdır. Bahar için de cemreler öyle değil mi? Biliyorsunuz cemreler önce havaya, sonra suya, en sonunda da toprağa düşer. Daha sonra bahar merhaba çekerek ben geldim der. Hatta cemrelerden sonra bile zaman, eski alışkanlıklarından, kıştan eser sunar bize. Havalar ısınmadan dallar çiçeklenir mi, çiçekler birden taç yapraklarını açıverir mi gözlere bütün ihtişamıyla. Önce “merhaba” kabilinden tomurcuk tomurcuk süslenmez mi dallar?
Bülbülü birden mi görürüz, önce işitmez miyiz onuın yürekleri yakan sesini? Bu güzel ses, bir bakıma bize merhabası değil midir onun?
Eskilerin deyişi ile “sâl-i cedîd”e, yeni bir yıla girdik. Yeni yıl, sanki birden mi geliverdi evlerimize, gönül hanemize? Aylar öncesinden, haftalar öncesinden, seslerini de 12 ay öncesinden işitmedik mi onun?
Eski yeni deyip duruyoruz da nedir eskiliğin, yeniliğin ölçüsü? Anılan zaman diliminin kullanılmış olması mıdır veya kullanılmamış olması mı sadece?
Merhabâ ey Âli Sultân!
Geleceğe şöyle bir baktığımızda; hiç gelmeyecek, gelse de hiç geçmeyecekmiş gibi düşündüğümüz yıllar ne de çabuk gelip geçti, öyle değil mi? Elli küsur yılı ne zaman yaşadın ey gönül? Bu kadar yıl ne zaman geçti; göz kapadın, göz açtın, göz kapadın, gözünü açtın, elli küsur yılın sabahında uyandın!.. Şimdi de bak sana ihtiyarlık “merhaba” diye el sallıyor uzaktan uzaktan!.. Haberin var mı? “Her gelecek yakındır.”, öyle denmiş demiştik öyle değil mi?
İki Cihan Güneşi Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Miraca çıktıklarında Yüce Mevlâ o biricik kulunu, habibini nasıl karşılaşmıştı hatırladın mı? Süleyman Çelebi -merhum- o meşhur “Mevlid”i Vesiletü’n-Necat’ta ayrı bir bölüm olarak Merhaba Bahri ile anlatmadı mı bu eşsiz mülâkî olma hadisesini? “Yâradılmış cümle oldu şâdümân/ Gam gidûp âlem yenîden buldu cân// Cümle zerrat-ı cihân idûb nidâ/ Çağrışûben dediler kim merhabâ// Merhabâ ey âli sultân merhabâ/Merhabâ ey kân-ı irfan merhabâ” Miraç Bahri bu dizelerle anlatılmaya başlar o necat vesilesi metin olan Mevlid’de.
Saçlar ağardı gülüm
Hayatta hep iyi şeylerle karşılaşmıyoruz elbette. Kendi açımızdan kötü, şer bildiğimiz ve öyle değerlendirdiğimiz nice yaşanmışlıklarımız var. Onların da gelmeden önce, bize yaklaştıkları bir sırada merhaba demişlikleri var. Ama onları ya duyduk ya duymazlıktan geldik yahut kulaklarımız kapalıydı da seslerini fark edemedik onların. Saçlarımızın ağarmış olması, o sesi duyduğumuz anlamına gelmiyor. Mehmet Çınarlı, Gülüm adlı şiirinde “Saçlar ağardı, sanma ki yaşlanmışız gülüm.” diyerek bir bakıma yaşlılığın alâmeti olan beyaz saçları görmezlikten gelerek hâlâ gençlikteki taraveti, tazeliği devam ettirdiği düşüncesiyle hareket ettiğini, öyle düşünenlerin düşüncesini hatırlatır bize.
Hayali gerçeğinden güzel
Duymak istediğimizi çabuk duyar, görmek istediğimizi çabuk görürüz. Hayatta şevk içinde kalmamızı sağlayan biraz da o duyduklarımız ve gördüklerimizdir. Onların gerçekliği olmasa da bizim şevk içinde mutlu olduğumuzun gerçekliği vardır. Öyle ki sekiz senedir semalarımızı süsleyen milli uçaklarımız için henüz havaalanları tesis edilememiş olsa bile!.. Onların sesleri de aslında bize geleceğimizin merhabaları değil mi? Yamalı asfaltlarımız yamalardan kurtulsa, yollarımız stabilizeden asfaltlara dönmüş olsa da kalplerden kalplere giden patika yollarımız bozuldu. Bu da toplumsal birlikteliğimizde geldiğimiz noktaların merhabası değil mi?
Yanlışlar ve yanlışlıklar zinciri var. Bunlar birbirini takip ediyor. Ama biz onları çiçekleri koruma amaçlı bir harım olarak değerlendiriyoruz. Güzelliği sadece kendimize, çirkinliği, kötülüğü, günahı, ihaneti hep başkalarında görüyoruz. Ve var gücümüzle, hasımlarımızın üstüne üstüne gidiyoruz. Kendimizde hiç kusur bulmadan nefsimizi sütten çıkmış ak kaşık olarak niteliyoruz… bütün bunlar ahlaki seviyemizi gösteren merhabalarımız değil midir?
“Çanlar kimin için çalıyor?”
Aynı salgın sürecine eş zamanlı girdiğimiz hâlde başkaları o virüse karşı aşılar geliştiriyor. Bizim de aşı çalışmalarımızın olduğuna dair bilgiler bir yandan paylaşılıyor, bizim aşımızın daha iyi olacağı vurgusu yapılıyor. Yerli aşı çalışmalarında ikinci fazda olduğuma dair haberler var. Bu haberler ne kadar gerçeği yansıtıyor, bilmiyoruz. Başkaları aşılarının üçüncü fazlarını tamamlayıp onu pazarlama safhasına geçiyor. Ama bu durumda bizim, fazları tamamlanmamış aşıları alma gayretimiz bilimde ne kadar ileri olduğumuzun ve insanımızı ne denli düşündüğümüzün merhabaları mıdır yoksa?
Yapılanların akla mantığa, hakka hukuka, Anayasa ve yasalara ne kadar uygun olduğu değil de güçlü olanın, muktedir olanın hakkına hukukuna, menfaatine ne kadar uygun olduğuna, onun taraftar olup olmadığına göre işlemlerin tesis ediliyor olması, hatta insanların doğal hâllerinin (hastalanmalar, doğumlar vs.) bile başka taraflara çekilerek yaftalarla anılması hak, hukuk ve adalette gelip aştığımız zirveleri gösteren birer merhabalar mıdır yoksa?
Tarım ülkesiydik, yetiyordu ürünlerimiz bize. Doyuyorduk kendi ürettiklerimizle. Hani “Biz bize yeteriz”i bir bakıma yıllar yılı hep yaşıyorduk. Ama ne zaman ki iştahlarımız arttı, kabardı; bizim toprağımız bizi, evlatlarını besleyemez oldu. Hem çiftçimiz yorulmasın diye hem de ithal etmek daha ucuz olduğu için ithalatı makul bir yol olarak gördük! Ürünlerimizde bereket kalmadı, emeklerimiz, arazilerimiz bize küstü. Tarlalarımız meralaştı, suyumuz çekildi, toprağımız kıraçlaştı. Bu, tehlike çanlarının merhabası değil mi?
İddialıyız; dünyalıyız, dünyalı!
Ürün paketlerinin menşei kısmına dünyalı yazmalı artık. Dünyanın yüzde yetmişi su, toprağı da bu sebeple zaten az. Yetişen mahsul ancak dünyalılara yeter, öyle değil mi? Hububatı dışarıdan alsak da paketlerine Türkiye yamamızın bir sakıncası olmaz, çünkü Türkiye de dünyanın bir bölgesi nihayetinde, öyle değil mi? Bütün bu gelişmeler bizim tarım ve tarımsal teknolojide ne denli ileri olduğumuzun merhabası değil mi?
Bugün tarımdan, üretimden sanayiye, ekonomiye; eğitimden, kültürden gelişmişliğe nerde bulunuyorsak bunlar birden kapımızda bitmedi, aniden görmedik onları. Bazıları belki bile isteye bazıları da öngörüsüz davranışlarımız veya aşırı hüsnüzanlarımız sebebiyle karşımızda beliriverdi. Ama şu da bir gerçek ki iyilikler, güzellikler Allah’ın bize ihsanı; kötülükler, olumsuzluklar da nefsimizin bize kazandırdıklarıdır. Nefsimiz bütün bu olup bitenleri kabul etmese de!
Ey insan, bil ey nefsim
Ey nefsim, ey insan bil ki Allah, “Sana iyilikten her ne gelirse Allah'tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir.” (Nisa, 79) buyuruyor. Unutma bunu, daima hatırda tut! Bir de Allah’ın kuluna “merhaba”sı olan “Allah kuluna yetmez mi?” (Zümer, 36) güzel ikazını, onu da hatırında tut! Aklın, mantığın, kalbin ve vicdanın başta olmak üzere bütün melekelerin hakkını ver! Hayatın merhabalarını al ve onları iyi oku. İyi oku ki ahirette, ebedî hayatın için "Selâm üzerinizde olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedi kalıcılar olarak ona girin." (Zümer, 73) müjdesiyle karşılanabilesin!
Hayatta her zaman istediklerimiz olmuyor. Bazen istediklerimizin sadece mukaddimesi (ön sözü) gerçekleşiyor. Onları sabırla okur ve öyle karşılarsak o zaman onlar bize güzelliklerin takdim edilme vesilesi olur. Vesselam!..