Hakikat şu ki insan, eşref-i mahlukattır, yaratılmışların en azizi, en hürmetlisi ve en kıymetlisidir. Onun bu vasfı, bizatihi kendisinden kaynaklanmıyor, o bu değeri Yüce Yaratıcının kendisine bahşettiği, diğer mahlukata verilmeyen birtakım nimetlerden alıyor. Akıl, irade, vicdan vb. başka başka hususiyetler bu nimetlerin önde gelenlerinden sadece birkaçıdır.
Topluluk hâlinde yaşama tabiatı ile yaratılan insan, bir arada yaşayarak oluşturduğu toplumsal yaşamanın birtakım gerekleri, olmazsa olmaz kuralları vardır. Bunlar, ya insanların sadece kendilerine verilen yukarıda bahsedilen nimetleri ile ortaya koyduğu kurallar, ilkelerdir ya da kendilerinin içinden seçilen bir temsilci vasıtasıyla insanlara ihsan-ı İlahi olarak “bildirilen emirler”dir.
İnsan, kendisine -hazır bir bilgi verilmemiş olsa bile- akıl, zekâ, vicdan gibi melekeleri ile yaşadığı çevreyi, coğrafyayı, zamanı, yıldızları, galaksileri hasılı baştan başa kainatı sorup sorgulamalarla anlayabilir, onlarla ilgili birtakım neticelere ulaşabilir. Yüce Yaratıcı, insandan bunu bilhassa istemektedir; insanın düşünmesi, sorgulaması, tefekkür etmesi, akletmesi daha buna benzer birçok fiili işlemesi için o “Kutlu Beyan”da birçok ayet-i kerimede bunlar bir bir hatırlatılmıştır insanoğluna.
İnsan, toplum olarak yaşamaya başlayınca ortaya çıkan sorunların çözümü için kendilerince bazı hâl çareleri bulduğu gibi çözüm adına kendisine bahşedilen “nass”lardan da yararlanmıştır. Yararlanma kişiye, topluma, millete göre değişik oranlarda geçekleşmiştir. Allahu Teâla, şu cennet misali dünyanın, insana cehennem olmaması, kendisine verilen emanete insanın en iyi şekilde sahip çıkması için merhametinin bir gereği olarak onlara kendi içlerinden bazılarını nebi ve resül olarak görevlendirmiştir. Bu “seçilmiş” insanların en sonuncusu, “hatemü’l-enbiya ve’r-rasül”, iki cihan güneşi Hz. Muhammed Mustafa’(sallallahu aleyhi vesellem)dır. Ondan sonra kıyamete kadar başka bir peygamber gelmeyecektir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’dan sonra toplumu irşad etme, uyarma vazifesi her asırda âlimlere, mücedditlere ilham yoluyla bırakılmıştır. Mevlâna da bu âlim ve mücedditlerdendir. O, hem içinden çıktığı 13. asrın keşmekeşi içerisinde yaşanan problemlere çare hem de günümüz insanının içerisinde bulunduğu hâalledilemez gibi görünen meselelerin çözümü için ümit ışığı olmuştur. Peki, nedir Hz. Mevlâna’nın insanlara ve insanımıza “ümiş ışığı” olan reçeteleri ve o “reçete”lerin mahiyeti?
Bir kere şunu teslim etmemiz lâzım ki Mevlâna, yepyeni bir şey söylemiş değil. O, “insanlara iyilik rehberi” olarak gönderilen “Kur’an-ı Kerim”den ve onu insanlara en iyi şekilde açıklayan Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem) sözleri mahiyetindeki “hadis-i şerif”lerden aldıkları ilhamla bu çözümleri ortaya koymuştur. Esasen onun bu çözümleri ayet ve hadisleri doğru anlayarak, insanlara doğru İslam’ı anlatmaktan başka bir şey değildir. Onu anlamayan ham gafiller kendi çağında olduğu gibi günümüzde de mevcuttur. O hâlde, Mevlâna gibi diyelim: “Hakka yakınlık, kabiliyet ve istidat sebebiyle çeşit çeşittir.” Var mı başkaca bir izahı bunun?
Bir insanı anlamanın en kolay yolu, onun eserini anlamak ve eserine vakıf olmaktan geçer. Mevlâna’nın, Mesnevi adlı eseri başta olmak üzere diğer eserlerini damıttığımızda ortaya çıkan sonuç şudur: Sevgi, hoşgörü ve barış insanı. Hiç kimseyi bakışından, görüşünden, dilinden, ırkından dolayı “ötekileştirmeyen”, çağdaşı Yunus Emre’nin beyanı ile “yetmiş iki millete bir gözle bakan”, insanı salt insan olarak gören bir anlayıştır. Ona atfedilen, fakat ona iat olduğu konusunda görüş ayrılıkları bulunan ama onun felsefesini çok iyi anlatan “Gel, gel, ne olursan ol yine gel. İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel." çağrısı vardır ki bu, bütün insanların dikkatini çekmiştir ve çekmektedir de! Mevlâna bu rubaisini Zümer Suresi 53-54. ayetlerinden ilhamla söylemiştir. İşte o ayeti kerimeler: “(Benden naklen) de ki: Bizzat kendi aleyhlerine olarak (inançta) haddi aşan ve kendilerine verdiğim duygu, meleke ve kabiliyetleri boşa sarfeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Hiç şüphesiz O, Ğafûr (günahları çok bağışlayan)dır, Rahîm (hususî rahmeti pek bol olan)dır. Size (artık iman etmenin fayda vermeyeceği) azap gelip çatmadan önce gönülden Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Aksi halde, hiçbir şekilde yardım görmezsiniz.”.
Dergaha gel ama geldiğin gibi gitme. Bu bahçede güzellikler bulunan bu bahçeden istifade et, bir daha yanlışlara girme! Yapmış olduğun kötülüklere, pişmanlık duyarak tövbe et. Bak, tövbe kapısı kıyamet kopuncaya kadar açık. Ama ömür ne kadar, ölüm ne zaman gelecek bu belli değil. Onun için zaman kaybetme, bir an önce tövbe kıl günahlarına.
Mevlâna “Bir insanın başkalarında kusur görmesi, ayıplaması, gerçekte kendi kusurunu görmesi demektir. İnsana önce kendisindeki kin, kıskançlık, hırs, zalimlik gibi kötü huyları görmesi, onlardan arınması lazımdır. Ondan sonra başkalarını kınamalıdır." diyerek insanların öncelikle işinin başkalarının kötülüklerini, eksikliklerini görmek olmadığını belirterek kendi nefsini ıslah etmeyen başkasına etki edemez düşüncesiyle insnaların kendilerini düzeltmesi gerektiğini belirtmiştir. Çünkü “İyilik aradı mı insanda kötülük kalmaz ki! İyilik arayan bir kişi, kötülükten kaçar. Kötülükten hoşlanmayan insan kötülükten kurtulur, iyiye doğru gider.”
Mesnevi birçok kez Türkçemize çevrilmiştir. Gerek Farsçaya hakimiyeti gerekse millî kültürümüz gerekse dini bilgi birikimi bakımından en güzel çeviri -izahlarıyla birlikte- Mütercim Şefik Can’a ait olandır. Ötüken Neşriyat arasında çıkan bu çevirinin -okullar için- olan muhtasarı da mevcuttur. Tam metnini alma imkânı olmayanlara bu muhtasarı alıp okumalarını tavsiye ederim.
Mütercim Şefik Can, eserinin önsözünde Mevlâna’dan Mesnevi ile alakalı şu sözlere yer verir: “Mesnevî, hakîkate ulaşmak ve Allah'ın sırlarına âgâh olmak isteyenler için bir yoldur. Mesnevî, temizlenmiş kişiler için gönüllere şifâdır. Hüzünleri giderir. Kur'ân'ı açıkça anlamaya yardım eder. Huyları güzelleştirir.” Evet, Mevlâna insanların manevi sıkıntılarına İslam’ın kaynaklarını doğru okuyarak anlamış ve anladıklarını “insanların anlayabileceği” bir üslupla anlatmıştır.
Mesnevi’yi, Mevlâna’yı anlamak için yaralı, dertli bir gönül gerekir. O bunu şöyle dillendirir: “Ney dinleyen her insan, benim neler dediğimi anlayamaz, benim feryâdımı duyamaz, ayrılık acısı çekmiş, gönlü yaralanmış, içli bir insan isterim ki, dertlerimi, acılarımı ona anlatayım." Derdinin çözümü için gayret sarfetmeyenler önerilen çözümlerin kıymetini bilemezler. Onun için içli bir insan istiyor Mevlâna! Çünkü içli insan, samimidir duygusunda, düşüncesinde, eyleminde hep içtenlikle hareket eder; tavır ve davranışları gösterişten, iki yüzlülükten uzaktır.
Mesnevin’in özeti insanı anlatmaktır. Bilhassa ilk 18 beytinde konuşturulan “ney”in anlattıkları âdeta inanın hikayesidir. Ney, kamışlıktan koparıldıktan sonra bazı yanma/yakılma işlemlerinden geçirlir. Neydeki boğumlar ve delikler insanda var olan bazı özelliklere tekabül eder. Bundan dolayı, neyin kaderi insanın kaderiyle özdeş olarak düşünülerek temsili istiare yoluyla insan anlatılmıştır neyin hikâyesiyle. Ayrıca, Mesnevi’yi İslam’dan ve tasavvuftan ayrı yorumlama imkânı yoktur.
Mevlâna’nın Mesnevi’den başka eserleri de vardır: Fîhi Mâ Fîh, Mektubat, Divan-ı Kebir, Mecalis-i Seba.
Mevlâna düşüncesini iyi anlamalıyız ve onun düşüncelerini hayatımıza hayat kılarak gerçek İslam’ı en iyi şekilde yaşama çabası içerisinde olmalıyız. Son söz o Allah dostunun:
“Yaşadığım müddetçe Kur'ân'ın kölesiyim ben. Hz. Muhammed (s)'in yolunun tozuyum ben. Birisi, benim sözlerimde, bundan başka bir söz naklederse, O kimseden de o sözden de bîzarım ben.”
“Her gün bir yerden göçmek ne iyi, her gün bir yere konmak ne güzel, bulanmadan, donmadan akmak ne hoş! Dünle beraber gitti cancağızım; ne kadar söz varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım!..