Nasihat İstersen
Bir sözün etkili olmasının birçok sebebi vardır. Bunların başında o sözü söyleyen ile söylenen söz arasındaki ilişkinin niteliği gelir. Yani söz söyleyen kişi söylediklerinin hepsini yaşamasa, yaşama imkânı bulmasa bile onu önce kendisine, nefsine söylemesi gerekir.
Üstat Bediuzzaman Said Nursi, genel olarak Sözler namındaki eserlerinin pek çok yerinde sözün muhatabı olarak kendi nefsini görür. Konuları izaha başlamadan önce “Bil, ey nefsim” diyerek nefsini sözlerine muhatap kılar. Çünkü der Üstat Nursi "Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez." Haklıdır da. Bu bağlamda yazılarımın muhatabı, özellikle de imana, inanca, hesaba, kitaba ve haklara dair konularda sözümün muhatabı olarak öncelikle nefsimi, kendimi görüp bilmiş, sözleri ona göre söylemişimdir, söylerim de.
Salgın süreçleri
Maddi hastalıkla ilgili salgın sürecinde bir yıla yaklaşıyoruz. Geçen yılın bu tarihlerinde, sadece haber bültenlerinde yer alan Korona, hayatımızın akışını henüz etkilememişti. Şubat ayında bile insanlar genel olarak işin ciddiyetini kavrayamamıştı. Bu konuda herhangi bir önleyici tedbir de alınmış değildi. Ancak, şubat ayının sonları, mart ayının başlarına doğru tehlike çanları çalmaya başlamış, ülkemizde de ilk vakanın görüldüğü 11 Mart 2020 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından pandemi (salgın) ilân edilmiştir. Hükümet de 16 Mart itibariyle okulların bir hafta tatil edildiğini, spor karşılaşmalarının da nisan sonuna kadar seyircisiz oynanacağını ilan etmişti. Sonrasında yaşananlar da hepimizin malumuz zaten.
Böyle küçük adımlarla başlayan salgın süreci, genişledikçe genişledi; vak’alar arttıkça arttı. Vak’aların artması beraberinde ölümleri de getirdi. İlk başlarda açıklanan resmi makamların inandırıcılığı üzerinde pek de tartışma yaşanmazken daha sonraları bilhassa ölümlerde sayıların düşük tutulduğuna dair iddiaların artması, alınan dizi tedbirleri uymada topluma -haklı olarak- yoğun bir bilgilendirme yapılırken hükümetin kendisinin organize ettiği bazı toplantılarda yeterince bu salgın tedbirlerine uyulmamış olması birçok eleştiriyi de beraberinde getirdi.
Havaların ısınmasıyla korona virüsünün yaşama şansının azalacağı hususu konuşmalarda sık sık dile getirildi. Yaz tatilinde bahar dönemine daha esnek bir tedbirler dizisi uygulandı. “Maske-mesafe-hijyen” olarak özetlenen tedbirleri her bireyin bilinçli olarak uyması ve uygulaması gerektiği türlü vesilelerle hep hatırlatıldı.
İlk başlarda maske takmanın insana garip duygular yaşattığı bir dönemden maske takmadan sokağa çıkmanın daha farklı duygular yaşattığı bir döneme geldik. Başlarda maske takınca insanın, kendini hastaymış gibi hissetmesi söz konusuyken şimdi maske takmadan çıkınca muhakkak hasta olacakmış, hastalığın başkalarına bulaşmasına sebep olacakmış gibi bir hisse kapılmaktadır.
Hastalık şüphesiz insanın isteyeceği bir şey değil. Hiç kimse hasta olmayı, hastalıklarla bir ömür geçirmeyi istemez. Şu da bir gerçek ki hastalık, insanın yaptıklarından asla bağımsız bir şey değil.
Hayatta iyilikler, iyi şeyler, güzellikler, güzel şeyler Allah’ın biz kullarına ikramıdır, ihsanıdır. Ne ki kötülüklerle karşılaşıyoruz, onlar insanoğlunun kendi işinden, amelinden başka bir şey değildir. İlahi Kelam’da da bu, böyle belirtilmiştir.
İster Korona olsun ister başka başka hastalıklar insanoğlunun doğaya, fıtrata müdahalesinin bir neticesidir. Bu müdahale bilhassa beslenme kaynaklarıyla ilgilidir. Yine İlahi Kelam’da yeryüzündeki temiz ve helal olan rızıklarla beslenmemiz “emir ve tavsiye” edilirken insanoğlu “Madem ki bu var, o hâlde bundan da yemeliyim.” düşüncesiyle “yenebilecek” ne varsa hepsinden tadarak bütün insanlığı “içinden çıkılmaz maceralara” sürüklemeye devam ediyor. Var olan her şeyden tatma, yeme meselesi, insanlığın atası Hz. Âdem babamızın ve Hz. Havva anamızın “yasak meyve”ye el sürmesi hadisesini aklıma düşürdü. Benzerlik ve ilgi ne derecedir, var mıdır yok mudur hususunu okurlarımızın iz’an ve idrakine havale edip geçeyim.
Siyasi, sosyal ve manevi salgın süreçleri
Maddi hastalıklar gibi manevi hastalıklarımız da söz konusudur. Manevi hastalıklarımızın sebep olduğu maddi hastalıklar var. Türkiye’nin geçmekte olduğu, türlü sıkıntıların yaşandığı, yaşanmaya devam ettiği siyasi süreç var. Yetkili ağızların ifadesiyle “at izinin iti izine karıştığı” bir süreç bu. Kimin suçlu kimin suçsuz olduğuna mahkemelerin dahi karar veremediği bir süreç. Çünkü öyle bir süreç yaşanıyor ki normal zamanlarda suç ispat edilirken şimdilerde kişi suçsuz olduğunu ispatlama derdine düşüyor. Öyle ki hukukun en temel kaidelerinden biri olan “Suçu ispat edilmedikçe herkes masumdur.” karinesinin “Suçsuzluğu ispat edilene kadar suçlanan kişi/ler suçludur.” şekline dönüşen çarpık ve hukuksuzlukların zirve yaptığı bir dönem. Ve öyle ki siyasetin söylediği her cümlenin hem hukuki hem de örfi yasa olarak kabul gördüğü bir dönem. Hâkim siyasi anlayışa yakın olanların şevkutarap fasıllarında eğlenebildiği, halkın kuru ekmek bulabilmesine muktedirlerin halka tepeden bakarcasına ve onlarla dalga geçercesine “Demek ki halk aç değil!” şeklinde “şımarık” bir anlayışın yaşandığı bir dönem. Bakışların puslu, gözlerin gerçeklere kapalı olduğu, sadece kendi siyasi düşüncesinin söylediklerine inanan bir anlayışın girdabında insanların boğulduğu, haksızlıklara sağır ve duyarsız kesildiği bir dönem. En hakkaniyetli olanların bile kusuru sadece suçlananda aradığı, suçlayana toz kondurmadığı bir dönem.
Duyarsız ruhların hassas ruhlara çarpması
Hastalıklı ve çarpık bir zihniyetin yaşattığı bu hâllerin bilhassa masum olduğu hâlde türlü sebeplerle hayatları altüst olmuş insanımızın maruz kaldığı sıkıntıların türlü maddi dertlere, hastalıklara sebep olduğunun bilinmesi ve bunun neticesinde ecel şerbetini içmekle neticelenen bir sürecin yaşandığının da hatırlanması gerekir.
Öyle basit bir şey midir bir insanın bir anda “sokağa çıkamayacak derecede” bir şeyle suçlanması. Suçlayan ne dediğinin farkında değil, suçladığının neye karşılık geldiğinin bilince hiç değil. Söylediği bir kelimenin muhatabında, onun çoluk çocuğunda, ailesinde bıraktığı tesirin nelere varacağını kestiremediği değil bunu bile hiç düşünmediği bir atmosfer. Bu atmosferde ne sağlam ve sağlıklı komşuluk ne akraba ilişkileri kalmış. Bu bağlamda toplum, tel tel dökülmekte!..
Devletin, hükümetin yapacağı işleri vatandaşın yapmaya kalkması, hatta vatandaşın buna teşvik edilmesi bu sürecin en onulmaz yaraları açan hususlarındandır. Öyle bir süreçten geçiliyor ki insani ve ahlaki değerlerin yerini hâkim siyasi anlayışın belirlediği kriterler almış. Allah’a ve ahiret gününe inanan insanların anlam cirmini bilmeden söyledikleri bir sözün vebal olarak, kişi/lerin kul hakkına girme bakımından nelere karşılık geleceğini, bu hak yemenin nerede, ne zaman helalleşerek izale edileceğini bilmeden hiç ahiret, hesap kitap yokmuşçasına hareket ettikleri bir dönem.
Bu hastalıklı ve çarpık sürecin sebep olduğu hastalıklarla günbegün, gitgide sarsılan ve artık dayanamaz hâle gelen bünyeler, ecel vade ermesiyle birlikte vazifesini tamamlıyor ve kul Rabbi Rahim’ine yürüyor. Böylelikle “ahirete bir tarla” hükmünde olan dünya hayatı o kişi için sonlanmış oluyor.
Çıplak gerçek: ölüm
Hastalık olsa da olmasa da ölüm, evet, insanoğlunun bir gerçeği. İnsan bu dünyaya, belli bir süreliğine konaklamak, konaklarken bir sonraki durağı olan ahiret yurdunu, oradaki hayatını inşa etmek, oraya esaslı bir hazırlık yapmak için gönderilmiş. Oysaki insan, kendini her daim burada yaşayacakmış zehabına kapılıp gidiyor. İşlerini bu minvalde sürdürüyor, çok yazık!
İşin idrakinde olanlar, ölümü bütün gerçekliğiyle kavrayanlar, onu Mevlâna gibi, sevgiliye kavuşma bağlamında “şeb-i arus” yani “düğün gecesi” olarak adlandırmış, ahirete bir “giriş kapısı” olarak nitelendirmiştir. Ruhlar âleminde başlayan yolcuğun son durağı olan ahirete intikal edilecek, o âlemin bir nevi “gümrük kapısı” mahiyetinde görmüş.
Ölüm hem bir gerçek hem de bir gerçeklik. Ölümden kaçış yok. Gücün, maddiyatın, etkin, ne kadar çok olursa olsun onların yettiği bir yere kadar. Ötesine etkisi, gücü yok onların. Dünya nice nice kendini güçlü sanan “aciz”leri toprağın altına aldı. Ve İlahi Kelâm’da “Görmez misiniz?” uyarılarıyla insanoğlu hep ikaz edildi, uyarıldı? İşte bir uyarısı ve hatırlatması daha: “Her can ölümü tadacaktır. Denemek için sizi kötü ve iyi durumlarla imtihan ederiz. Sonunda bize geleceksiniz.” (Enbiya, 35)
Dikkate alan var mı? Madem bu dünyaya ait güçlerin etkisi, gücü bir yere kadar ve “Madem ölüm öldürülmüyor, kabir kapısı kapanmıyor.” O hâlde ey insan, “Nedir bu tantanan, bu ‘Küçük dağları ben yarattım.’ kabilinden böbürlenmen, kibirlenmen, kulların hakkına girmede âdeta bir yarış hâlinde olman?” İşte gözle dahi görülmeyen bir virüsle hayatın altüst olmuş vaziyette!
Üç günlük dünya için fırıldak olmak
Yahya Kemal, ölüme dışarıdan bakarak onu şöyle yorumlar ve “Ölüm âsude bahar ülkesidir bir rinde;/ Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter./ Ve serin serviler altında kalan kabrinde/ Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.” der. Erdem Bayazıt ise içten bir yorumla “Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm. Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm.” diyerek inançlı bir aklın ve kalbin ölüm karşısında aldığı tavrı ortaya koyar.
Hayatın faniliği konusunda şehit lider merhum Muhsin Yazıcıoğlu söylenmesi ve yaşanması gerekeni söylüyor ve yaşıyor: "Bir saniyesine bile hâkim olamadığımız, hükmedemediğimiz bir hayat için, bir dünya için, bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur!" İşte hakkaniyetli bir liderin takipçilerine söyleyebileceği en güzel sözlerden biri. Allah ondan razı olsun, mekânı cennet olsun.
Bu dünyada her neyi yapıyorsan yap, onun da bir karşılığı var ve olacak muhakkak. Etkisi en içten en dışa, yani kendi nefsinden bütün insana ve insanlığa varacak olan ister iyilik ister kötülük ister hayır ister şer; ne yaparsan yap, ama bu yaptıklarının bir gün hesaba çekileceğini asla aklından çıkarma! Seni bu dünyaya gönderen zat, seni başıboş bırakacak değildir. O hâlde yaptıklarını, yapmakta olduklarını ve yapacaklarını hesabını verme duygu ve düşüncesi ve bilinciyle yap! Evet, yaptıkların ve yapacakların bir gün bu dünyada da ahirette de mutlaka hesabı sorulacaktır. Her bir şeyin vakti merhunu var, unutma!
Neler istersin?
Her gün yaşanan ölümler, sana bir şey söylemiyor mu? Bak o gönlü güzel insan Mevlâna’nın şu güzel sözüne kulak ver: “Dost istersen ALLAH yeter, yâr istersen MUHAMMED yeter. Delil istersen KURAN yeter. Huzur istersen NAMAZ yeter. Zenginlik istersen KANAAT yeter. Düşman istersen NEFSİN yeter. Şeref istersen İSLAM yeter, nasihat istersen ÖLÜM yeter!” Yetmez mi idrak edebilene, yetmez mi? Elbette yeter!
Ey insan, yapman gereken iş o kadar da büyük, içinden çıkılmaz bir hâl değil, çok basit: Bilmediğin konularda başkasını suçlama, suçlayıp onun vebalini alma, hakkına girme! Hele ki siyasi konularda kullandığın, kullanacağın yaftalayıcı bir kelimenin kimlerin gönlünü inciteceğini, incittiğin o gönlün Allah’ın sevdiği bir gönül olabileceğini, bundan dolayı hangi masumla helâlleşmek zorunda kalacağını unutma. Onun için dünyevi bir mesele olan siyasi saiklerle kimseyi yaftalama, kimsenin günahına girme, hayatını altüst etme! Unutma ki ölüm her an kapımızı çalabilir, dünya hayatımız her an sonlanabilir. O günahına girdiğimiz masumlarla bu dünyada helâlleşme imkânımız bütün bütün ortadan kalkabilir. Şu bir gerçek ki ahirete, o Büyük Mahkeme’ye kalmışsa o hesap, orada “pek çetin” bir hesaptır o, bizi bekleyen. Gizlisi saklısı, her şeyin ayan beyan ortaya döküleceği o gün eyvah dememin yolu bu dünyada dilini tutmak, hakka hakikate taraf olma zulme meyletmemektir. Evet, heybeni yemyeşil cennet bahçesiyle doldurmana bak. Yoksa burada güzelce yaptıkların sana ebedi ateş kesilir.
İşte sözün özü, nasihat istersen ölüm yeter, ölüm kapımızı çalmadan, o nasihate kulak vermek gerek! Yemyeşil cennet yamaçlarını, Tuba ağaçlarını, Kevser havuzlarını yaptığın güzel kullukların vesilesi ve Allah’ın ihsanıyla ereceğini; ateş kuyularını ve zakkum ağaçlarını da işlediğin amellerle buradan temin ettiğini unutma!