Selamların en güzeliyle...Kıymetli dostlar Jeopolitiğin en önemli öğelerinden birisi "insan"dır demiştik. Eski çağlarda çok uzun devirler boyunca insan, doğal çevresinde ve hükümranlık alanındaki yurdunda varlığını koruyup geliştirmek hatta boy, soy, kabile yapısını devlete ve imparatorluğa eriştirmek için nüfusun niceliğine yani sayıca fazla olmasına öncelik vermiştir. Bu sebeple nüfus artışı etnik, dini ve jeopolitik açıdan hep teşvik edilmiştir. Tümdinler, mezhepler ve etnik öğeler kendi inananve yanlılarının sayısal üstünlüğünü tavsiye etmiştir. Ancak özellikle 19. yy. sonlarından itibaren doğan ve Sanayi Devrimi ile iyice belirginleşen yeni anlayışa göre nüfusun sayısal olarak hızlı artışının ileriki çağlarda telafisi mümkün olmayacak sorunlara neden olacağı düşünülmüştür. Bu sebeple nicelik görüşü yerini niteliğe bırakmaya başlamıştır.
Thomas R.Malthus 1789'ta "Nüfus Teorisi Üzerine Bir Deneme"yi yayınladı. Bu teoriye göre,Dünya üzerinde nüfus geometrik olarak (2,4,8,16 şeklinde) artarken doğal kaynaklar, gıda ve enerji kaynaklarının aritmetik olarak (1,2,3,4 şeklinde) artığını ileri sürmüştür. Bu durumun devamı hâlinde dünyanın çok geniş bir bölümünde açlık kıtlık ve yoksulluk baş gösterecek ve açlıktan ölümler artacaktır. Bu teori popüler Marksist Teorilere de uyum sağlıyordu.Bu teori başlangıçta çok tutuldu ise de dini inanç çevrelerince dirençle karşılaştı; Allah, herkesin rızkını verir inancı vardı.
Malthus Teorisi intansif ve modern tarımın yaygınlaşması, bilimsel ve teknolojik gelişmeyi doğru olarak öngöremedi. Gıda kaynakları ve doğal kaynakların işlenmesi katlanarak arttı. Daha 50 yıl sonra bu teori çöktü. Ancak yine de açlıktan ölümler artmıştır. Bunun nedeni ise savaş, terör ve anarşi gibi kaotik unsurlardan kaynaklanıyordu. Dindar çevrelerin ileri sürdüğü "Allah her kesin rızkını verir." inancı doğru olmakla birlikte doğan her çocuğun eğitiminin anne babası tarafından verilip, iyi bir eğitim ve meslek edindirilemezse niteliksiz nüfusun aç kalacağı da bir gerçektir. Nüfusu fazla olan ülke güçlü anlayışı yıkılmıştır. Nüfusu az ya da çok, nitelikli olan ülkeler ise güçlü ve müreffeh ülkelerdir. Eğitimsiz ülkelerde demografik yapı yani nüfus yapısı içinde genç nüfus oranı ve doğurganlık oranı çok yüksektir. Bu genç nüfus gelişmiş ülkeler yönünde ekonomik, eğitim ve siyasal amaçlarla büyük oranda göç etmektedirler. Beyin göçü bu olgunun en önemli ve olumsuz sonuçlarındandır.
Nüfus mu nüfuz mu? sorunsalına kısaca "Elbette nüfuz yani üretken ve nitelikli nüfus diyebiliriz".
Şimdi Gönül Coğrafyamızdaki gezimize devam edebiliriz.
İnternationalMeccaHotel’de
Ümmü’l-Kura Üniversitesinde okuyan Türk öğrenciler bizi Mekke International Hotel'de yapılacak “Uluslararası Kur’an-ı Kerim Okuma Yarışmasına" davet etmişlerdi. Biz bu davete katılmak için heyecanlanmış,bir gün öncesinden hayalini kurmaya başlamıştık. Ertesi gün Cidde yolu üstündeki International Mekke Hotel’e geldik. Sonra da ana giriş kapısından girip yön işaretli tabelaları takip ederek yarışmanın yapılacağı salonun kapısına geldik. Görevli polisler davetiyesi olmayan misafirleri geri çeviriyorlardı. Davetiyemiz olmadığı için salona alınmamıştık bu durumda geri döndürülecek olmanın acısını kabullenemiyordukda oradan ayrılamıyorduk. Bir ara davetli misafirlerin gelişi artınca polis onları içeri alırken biz de bir salınım hareketi ile içeriye doğru kapıyı ittirip hamle yaptık, ardından kendimizi yarışma salonunda bulduk. Derken program güzel sesli bir hafızın muhteşem Kur’an tilaveti ile başladı. 50 kadar İslâm ülkesinden gelen ve en güzel şekilde Kur’an’ı okuyan hafızlar sırayla Kur'an okudular. Bu sahanın uzman üstatlarından oluşan jüri ise bu yarışmacıların okuyuşlarına puan verdiler.
Türkiye adına İstanbul'dan katılan bir Hafız (1987 Ocak) okuduğu nefis tilavetiyle yarışmada 4. oldu. Davetiyesiz de olsak burada programı izlemek bize nasip oldu, tek üzüldüğüm şey otelde kalan muhabir teybimdi; bunu yanıma almış olsaydım, belki de bu güzel sesleri günümüze taşırdım,dedim. Mekke'de her gün yapılan Umrede tavaf ve sa'y yapmamız dışında böyle güzel programlara katılmamız hem de çok fayda sağlıyor hem de vaktin daha dolu geçmesini sağlıyordu.
Diyârı İslâm’ın en büyük derdi: “ayrılık – tefrika”
Diyâr-ı İslam'ın en büyük derdi ve sorunu tefrika yani ayrılık idi.Adı "barış" olan Din’in; ilk emri "oku" olan Kitabı’nın, "birbirinizi sevmeden inanmış olmazsanız" diyen Peygamber’in ümmeti olan Müslümanların diyâr-ı İslâm'ın bu sorununa karşı çağlar boyunca verdikleri sınav hemen hemen hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Mezhep,parti ve meşrep (cemaat) çatışmaları hiçbir dönemde eksik olmamıştır. Hepimizin otelde olduğumuz bir anda Ümmü’l- Kura Üniversitesinde okuyan Türk öğrencilerden Trabzonlu Ahmet adındaki bir öğrenci otele çıkageldi. Ahmet bütün öğrenciler bir araya gelince onlara Dünyada ve Türkiye'de Müslümanların sosyal kültürel ve ekonomik yönden çok kötü durumda olduklarını Yahudi ve Hıristiyan ülkelerin emperyalist ve vahşi kapitalist uygulamalarla Müslüman ülkeleri birbirine düşürüp sömürge ve müstemleke olarak yönettiğini anlattı. Ertesi gün aynı saatte yine gelen Ahmet yine benzer konuları anlatmaya başladı ve şöyle bir örnek ile devam etti Türkiye'de dini kuruluşlar hep bir Siyonist projesidir, bu nedenle hepsi zararlıdır sapkındır dedi. Burada konu ekseninden biraz çıkarak siyasi konulara da gelip dayanınca devreye ben girdim veAhmet'e bu konularda meseleye şu açıdan bakabilir miyiz? dedim. Ahmet ve diğer arkadaşlarbana döndüler ve dinlemeye başladılar; aramızsakonuşma şöyle gelişti:
-Ahmet’ciğim biraz önce dediniz ki Türkiye'deki dini kuruluşlar Siyonist projesi olduğundan sapkındır?
-Ahmet evet aynen öyle, Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, birisi kurtuluşa erecek diğerleri sapkın olacak." buyurmuş.
- Evet bu sahih bir hadistir, ancak yorumunuz yanlış oldu Ahmetçiğim!”
-Niçin yanlış olsun?
- Türkiye'deki resmi olmayan dini kuruluşları cemaat meşrep ve diğerlerini örnek verdiniz.
-Evet,
-Bunların Allah'ı kitabı peygambere ve temel inanç prensipleri ayrı mı ki sapkın ve batıl olsunlar?
- Hadis'te böyle diyor ama!
-“İslam Cemiyetine Doğru” adlı eserinde SeyyidKutup bu konuda şu bilgiyi veriyor: "İslamî gruplar ve kuruluşlar bir devletin ordusu gibidir. Ordu kendi içinde hava, deniz, kara kuvvetleri ve jandarma gibi kuvvetlere ayrılır bu kuvvetler kendi içinde ne kadar organize olur tedbirli ve donanımlı olursa o kadar güçlenirler, kuvvetlerin güçlü olması ordu'nun güçlü olmasına sebep olur; ordu'nun güçlü olmaması da devletin güçsüz olmasına yol açar. Yine bu kuvvetlerin hazırlıksız olması ve organizeyi ve uyumu sağlayamaması, hatta birbirlerine saldırmaları sonucu güçleri gider, ordu zayıflar, dağılır, devlet de savunma gücünden mahrum kalır. Mevzu tatlı bir şekilde sonlanınca herkes mutlu oldu. Ahmet de çok teşekkür etti.Hepimiz iyi niyetle ve müspet olarak her konuda konuşabilmeliyiz dedik.
Sevr Mağarası, Arafat, Nûr Dağı ve Hira Mağarası
Ertesi sabah çok güzel bir hava vardı Mekke’de, hepimiz ayrı bir heyecan içindeydik. Çünkü birazdan güneşin doğuşu vaktinde Hz. Peygamberin doğduğu evin yakınında toplanacak ve güzel bir ziyaret programına başlayacaktık.Öyle de oldu; otobüsle buradan sırasıyla,KubeysTepesi’deEcyad Kalesi'ni gezip güney batı yönünde ilerleyerek Mekke'nin Mesfele semtinde Hac için gelenlere dağıtılan zemzem suyu çeşmelerinin bulunduğu yerden geçerek Sevr Mağarası'nın alt kısmında otobüsten tekrar indik; sonra oldukça dik bir yamaç üzerindeki patika yolda yaklaşık bir saati bulacak olan Sevr Dağı’na tırmandık. Oradan da tekrar aynı patika yoldan inerek Arafat’a geçip Âdem (a.s.) ve Havva annemizin dünyada ilk kez buluştukları Arafat Tepesi'ni ziyaret ettik. Ardından Mina ve Müzdelife’ye gidip sembolik olarak şeytanı taşladık, en son Kâbe’ye yakın bir yerde yer alan, Hz. Peygamberimizin eşi Hz. Hatice’nin kabrinin de bulunduğu Cennetü’l-Muallâ Mezarlığı’nı, sonra da Peygamberimizin cinleri İslam'a davet ettiği yerde bulunan Cin Mescidi’ni ziyaret edip; öğle vaktinde tekrar Kâbe'yedöndük.
Bir sonraki gün de sabah yine erkenden otobüse binip kafile arkadaşlarımızlaNur Dağı'na en yakın noktada otobüsten inerek bir hayli yokuş, taşlık olanyolda yayan olarak ve varyantlar çizerek en zirvede yer alan Hira Mağarası’na doğru çıkmaya başladık. Hiç eksilmeyen aşk şevk ve heyecanla yukarı doğru çıktıkça, yorgunluğu bile hiç hissetmiyorduk. Yol boyunca zaman zaman sessizce sokulup kafileye eşlik eden ve bazı ziyaretçilerin çantalarını habersizce aşıran maymunlar da ortama renk katıyordu. Buheyecanla Nur Dağının zirvesindeki Kutlu Hira Mağarası'na ulaştık.
Hira Mağarası Mekkey'i ve Kâbe’yi tam gören bir noktada yer alıyordu. Hira Mağarasının dik kayalarla çevrilmiş etrafı kelebekler misali rengi dili, kültürü farklı farklı inanmış gönüllerle çevrilmişti. Az sayıda şanslı kişiler de Mağaraya girip ikişer rekât namaz kılabilecek vakti anca bulabiliyordu. Ben ve birkaç arkadaşım da bu şanslılardandı.
Hira Mağarası ziyareti de adeta bir rüya gibi geçti. Rehber Hocalar kafileye gerekli bilgileri aktardılar. Dualar tamamlandı Nur Dağı'na veda vakti geldi çattı. Yüreklerde manevi bir sevinç ve iç burukluğu ile yeniden dönüş başladı.
Kabe’ye gelip akşam namazını müteakiben umre için tavafa başladık gökteki gezegenlerin güneş etrafında dönüşleri gibi insanlar Kabe’nin etrafında dönüyorlardı. Tavaftan sonra Safa ve Merve arasında sa'y edip, usule göre saçlarımızdan az miktarda kesip sa'yi bitirdik. Sonra Yatsı namazını da Kâbe'de kılıp otele geçtik.
Mekke'ye veda
Muhteşem bir 10 gün yaşadık nurlu belde Mekke’de; ayrılma vaktide yaklaştı, bir gün sonra veda edip Cidde'ye, oradan da Medine-iMünevvere’ye gideceğiz. Çölün sıcağında yaşadığımız on günbizim için bâd-ısabâ gibiydi, bir meltem, bir imbat oldu bize. Bu muhteşem saatlere günlere doymak ne kelime; hiç kana kana yaşamaya ulaşamadık, doyamadık, daha yok mu diye sorarken güzellikleri tekrar özlüyorduk. Herkes üzgün ve suskun herkesin ağızlarını bıçak açmıyor adeta, son bir defa Kâbe’de öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazları kılındı. Tekrar umre yapılıp tavaf ve sa'y tamamlandı. Kâbe’nin çevresindeki dükkânlardan sıladakilere çamsakızı çoban armağanı hediyeler alındı, azda olsa zemzem suyu temin edildi, çoğunlukla yükte hafif pahada ağır hatıra hediyeler alındı. Gönüllerde hep yaşamak ve yaşatmak üzere Beytullah'a veda edildi. Şimdi;
“Karanlığın ortasında parlayan bir güneş gibi
İman’ın doğduğu şehir Mekke bir gün geleceğiz
İmanın doğduğu şehir
Mekke Mekke güzel şehir!
ilahisini söylüyorduk hep bir ağızdan,