“Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni;/Kuzular bize söyler yılların geçtiğini. (…) Bir çoban parçasısın, olmasan bile koyun/Daima eğeceksin başkalarına boyun”
Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinin önemli isimlerinden Kemalettin Kamu, Bingöl Çobanlarıadlı şiirindeçok da güzel olmayan “okulsuzluk, okuma yazmadan, okumadan mahrumiyet, geri kalmışlık, özgür düşünememenin verdiği acı, vb. durumları çok güzel dile getirir. Yukarıya alıntıladığım dizeler o şiirden.
Eğitim öğretim bir milletin olmazsa olmazı. Millet, bundan tasarruf edemez. Olur da ederse geleceğinden tasarruf etmiş demektir. Bu da o millet için hiç de iyi bir durum değildir.
Okumanın, öğrenmenin, ilim tahsil etmenin önemini belirten çok söz duymuşsunuz, okumuşsunuzdur. Bu konuda referansların en önemlisi ve önde geleni hiç şüphe yok ki İnsanlara rehber olarak gönderilen Kur’an ve onu insanlara en iyi anlatma ve açıklama ve yaşamakla görevlendirilen Peygamberimiz Hz. Muhammed’dir (sallallahu aleyhi vesellem).
Allahu Teâlâ, insanlara Hz. Muhammed’in zatında ilk emir olarak “Oku!” buyurmuştur. İnsan, okumalıdır ve gerçekten de insan okur!Peygamber Efendimiz (s.a.v) de okumaya, öğrenmeye çok önem vermiştir: “İlim öğrenmek kadın erkek her Müslüman’a farzdır.”, “Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz.” ve “İlim Çin’de de olsa arayınız, talep ediniz.”buyurmuşlardır. Ayrıca Bedir Savaşı’ndan sonra esirlerden fidye ödeyemeyecek olanlardan okuma yazma bilenlerin, Müslümanlardan on kişiye okuma, yazma öğretmesi karşılığında salıverilmesi de Peygamberimizin okumaya öğrenmeye çok önem verdiğini ortaya koymaktadır.
Bu konuda Yavuz Sultan Selim’in Hocasına Hürmeti dillere destan, gönüllere sultandır. Kaynaklarda şöyle anlatılır:Sekiz ay süren Mısır seferi sonunda İstanbul’a dönüş yolculuğu başlar. Yavuz Sultan Selim dönüşte; hocası, Anadolu Kazaskeri İbn-i Kemal ile birlikte yol almakta hem de hocasına merak ettiği meseleleri sorup onun ilminden faydalanmaktadır. Ordu ilerlerken bir ara çamurla kaplı bir sahadan geçilir. Bu sırada hiç beklenmedik bir olayvuku bulur ve Kemalpaşazade’nin atının ayağı sürçer. Atın sürçmesiyle yerdeki çamurlardan Yavuz’un kaftanı nasiplenir, kaftan çamura batar. Herkesin yüreği ağzına gelir, ne olacağı konusunda herkestemeraklı bir bekleyiş hâkim olur. Büyük âlim Kemalpaşazade ise başını önüne eğer, endişeli gözlerle Padişahın tavrını bekler. Koca Yavuz, değerli hocasının edebi ve mahcubiyeti karşısında kızarır ve ilme ne kadar değer verdiğini anlatan şu sözleri söyler: “Hocam üzülmeyiniz! Sizin gibi bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur bizim için bir ziynettir.” Koca padişah, kaftanını çıkarıp yaverine uzatırken: “Vasiyetimdir, öldüğüm zaman bu kaftanı sandukamın üzerine sersinler!” diye emir buyurur. Gerçekten de ulu hakanın vasiyeti yerine getirilir ve vefatında sözü edilen kaftan Yavuz Sultan Selim’in sandukasını süsler.
Geçmişten ders alındığı takdirde geçmişi okumanın önemi vardır. Yoksa kuru bir bilgiden öteye gitmez, aynı hatalar tekrar edilir. İlme kıymet vermeyen toplumların çöküşe doğru gitmesi kaçınılmazdır.
İnsan, elbette başkasını eğitirken kendini unutmamalıdır. Kendine faydası olmayanın topluma faydası da olmaz. Psikoloji ilminin önemli isimlerinden Carl Gustav Jung, bu konuda şöyle der: “Kendini eğitmenin kaçınılmaz temeli kendini tanımaktır. Kendimizi tanıma yetisini, kısmen kendi hareketlerimizi ciddi şekilde gözden geçirerek ve yargılayarak; kısmen de başkalarının eleştirileriyle kazanırız.” Bu sözler aslında, hadis olarak da nakledilen “Nefsini bilen Rabbini bilir.” sözünün farklı bir biçimde söylenmiş şeklinden başka bir şey değildir.
İnsan önce kendini bilmeli, haddini;kabiliyetlerini, neleri yapabileceğini bilmelidir. Bu konuda öncelik, öğretmenlik mesleğine talip olanlardadır. Öğretmenlik mesleği sadece kurallarla, tüzüklerle, yönetmeliklerle sınırları çizilebilecek bir meslek değildir. Öğretmenlik, öğretmeye âşık bir ruhun sınıflarda, öğrencilerin gönüllerinde bir canlı beden olarak dolaşmasıdır. Merhum Nurettin Topçu sınıflara “bir mabede girer gibi abdestli” olarak girdiğini ifade eder. Öğretmen budur. Bu düşünceye sahip değilse bir öğretmen türlü türlü eksiklikleri bahane olarak ileri sürüyorsa onun bu mesleği hakkıyla sevdiği söylenemez.
Geçen günlerde Millî Eğitim Bakanı Ziya Selçuk “yeni nesil öğretmenler odası”nın tanıtımını paylaştı. Sayın Bakan paylaşımında “Bir çiçek dahi koyduğun yerde coşup açınca ‘yerini sevdi’ diyoruz.İnsan da öyle.Öğretmenlerimiz vakit geçirdiği, çalıştığı, ürettiği mekânı sevecek ki; huzur buradan okulun geneline yayılsın.İmkânlar dahilinde tüm öğretmenlerimizi yeni öğretmen odalarına kavuşturmak gayretiyle..” dedi. Öğretmenlere, hürmet gösterilmeli, çalışma şartları iyileştirilmeli. Ne var ki öğretmen olmaya bunlardan başlanmamalı. O evvelemirde öğretme aşkına sahip olmalı, iyilikleri, güzellikleri paylaşmaya gönül vermiş olmalıdır. Millî ve manevi değerleri önce ilim olarak bilmeli, hayatına tatbik etmeli ve daha sonra da onu öğrencilerine hem hal diliyle hem de söz/kal diliyle anlatmalıdır. Böyle olduğu takdirde anlatılan muhatabında hayat bulur.
İmam-Hatip Lisesinde okuduğum yıllarda o dönemki hocalarımız anlatmıştı. Hocalarımız, bekar evlerinde kalan talebelerin evlerini ziyarete giderlermiş. Öğrencisinin hangi şartlarda yaşadığını, okula hangi psikoloji ile geldiğini bilen bir öğretmenin öğrenciye karşı yaklaşımı elbette farklı olacaktır. Öğrenci nezdinde de o öğretmenin yeri bambaşka olacaktır.
Öğrencilik yıllarımı hatırlamışken şu durumu da paylaşmadan edemeyeceğim. Yetmişli seksenli yılların İmam Hatip Liseleri bugünkülerle kıyaslanamayacak derecede başarılıydı. Seksenli yılların mezunlarına baktığınız zaman mezunların, 22 çeşit ve farklı alanlara ait dersin arasından sıyrılıp Türkiye’nin en başarılı ve hayata dokunan üniversitelerini kazandıklarını görürdünüz. Ama bugün öyle mi ya?
Peki, dün niçin öyleydi, bugün neden böyle? Bu soruların birden fazla cevabı olmakla birlikte en önemli sebepleri şunlardır: Kaliteli bir yapıyı değersiz kılmanın en kestirme ve etkili yolu onu yaygınlaştırmaktan ve zorunlu hâle getirmekten geçer. Evvelâ, bu okulların bu kadar çok yaygınlaştırılarak ayağa düşürülmesi ve buna bağlı olarak da öğrencilerin o okullara mecburiyetten gidiyor olmasıdır. İnsan bile sevilmediği yerde duramaz, bilgi de sevilmediği akla ve gönle hiç uğramaz! Dün bu okullara öğrenciler isteyerek gidiyordu, bugün ise o okullara gidenlerin çoğu,mecburiyetten. Zorunlu gidenlerin de büyük bir kısmını başarısı düşük öğrenciler oluşturuyor.
Eğitime değinmişken öğretmen kadrosunun durumu da eğitim öğretimi derinden etki eder. Sebebi ne olursa olsun son beş altı yılda siyasi sebeplerle allak bullak olan eğitim sistemimiz, öğretmen kadroları da rüzgâr görmüş harman gibi. Bugün okuluna, öğrencisine hasret nice öğretmenler olduğu gibi fedakâr, yürekli, bayrağını, vatanını milletini, öğrencisini, mesleği seven nice öğretmenlerden de öğrenciler, okullar mahrum vaziyettedir.
Ne zaman düzelir? Okullara, orduya, yargıya, camiye siyaset karıştırılmadığı zaman. Ülkenin idarecileri olarak siyaset elbette bu kurumların daha iyi olması yönünde düzenlemeler yapacaktır ancak eğitim eğitimcilere, bırakılmalıdır. Kadroları oluştururken gerçekten kamu yararı gözetilmeli, anayasa, yasalar ve yönetmelikler çerçevesinde herkes görevini yapmalı, keyfi olarak “idari tasarruf”larda bulunulmamalıdır.
Eğitim öğretim yılı milletimize, öğretmenlerimize hayırlı olsun. Öğretmenlerimiz de “yeni nesil öğretmenler odası”nda hoşça güzel çalışmalarda bulunsunlar artık, hayırlı olsun. Şu da dileğimiz olsun; öğretmenlerimiz “yeni nesil öğretmenler odası”nda fazla zaman geçirmesinler, derslerde sınıflarda, teneffüslerde öğrencileriyle birlikte vakit geçirsinler.