İki kutuplu bir dünyada yaşıyoruz, iki kutuplu. Güney ve kuzey kutbu olmak üzere. Evet, gerçek, nesnel dünyada iki kutuplu olduğu gibi mecazi, manevi dünyamızda da iki kutuplu yaşıyoruz. Bir imtihan sırrı olarak dünyanın yapısı bu;dünya böyle kurulmuş Kurucusu, Yaratıcısı tarafından. İyilik, doğruluk, güzellik, hak ve hakikat bir yanda; yalan, dolan, aldatmaca, hile, tuzak ve daha birçok olumsuzluklar koalisyonu diğer yanda!..
İnsanlığın atası, ilk insan Hz. Âdem (aleyhisselam) yaratıldığı zamanAllahuTeâlâ, o dönemdeki adıyla Azazil’eve bütün meleklere Hz. Âdem’e secde etmelerini emir buyurdu. Azazil haricindeki bütün melekler, bu emre uyarak Âdem’e (aleyhisselam) secde ettiler. Azazil de kibrinden dolayı bu emre itaat etmekten kaçınmıştı.Cenab-ı Hak da bu itaatsizliği sebebiyle Azazil’i katından kovdu. Bundan sonra onun adı “Kovulmuş Şeytan” oldu, Şeytan da Allah’tan, kendisinin benzerlerini kullar arasında oluşturmak için, Allah’ın emir ve yasaklarını kullarının isyanla karşılık vermelerini sağlamak için Kıyamete kadar izin istedi. Allah’ın (cellecelalühü) buna izin vermesiyle imtihan sırrı başlamış, imtihan süreci işlemeye başlamış oldu. İmtihan sürecinin başlamasıyla Hak-batıl çatışması da başlamış oldu. O demden beridir ki iki kutuplu bir dünyadan ibarettir aslında hayat.
Hz. Adem’in (aleyhisselam) dünyaya gönderilmesi ile insanoğlunun dünyası da başlamış oldu. Dünya hayatında iki kutupluluğun ilk yansıması bildiğimiz kadarıyla Habil-Kabil çekişmesi ve bunun neticesinde Habil’in kardeşi Kabil tarafından öldürülmesidir. Şeytanın arkadaşı, yoldaşı olan içimizdeki nefis, nefs-i emmare (kötülüğü emreden nefis) kibir, çekemezlik, kıskançlık vb. hasletleri ile temayüz etmiştir. İnsan, bu nefsini terbiye sürecinden geçirmediği takdirde Allah’ın emir ve yasaklarına karşı sürekli isyan vaziyeti takınarak insanın imtihan sürecinde kaybetmesine sebep olacaktır.
Bir arada yaşayan, bu alışkanlığıyla da sosyal bir varlık olan insanın birtakım değerler etrafında hayatını devam ettirmesi söz konusu. Günümüz dünyasında insanlar, her zaman el üstünde tutulan bu değerleri, bulundukları değişik ortamlarda savunurlar. Savunmasına savunurlar da onları hayatlarına hayat kılmada biraz yavaş davranırlar. Çünkü adalet, hak, hukuk, eşitlik, özgürlük, kul hakkına riayet, doğruluk, yalan söylememe, iftira atmama, vb. insanlık için vazgeçilmez değerlerdir. Ama bazen öyle bir süreç içinden geçilir ki bunları hakkıyla yaşamak, insanın elinde kor taşımaktan daha zordur.
Yaşanan süreç böyle bir süreçtir. İnsanlar makamlarını mevkilerini, sosyal statülerini kaybetmemek veya yeni makam, mevki, imkanlar elde etmek için sineklerin bal ve şeker etrafında kümelenmesi gibi gücün etrafında dönüp durmakta hak, hakikat, hukuk, adalet, doğruluk, dürüstlük bir süreliğine gurbete, sürgüne gitmektedir. Bu sürgünün süreği nedir, ne zaman sona erer bilinmez.
Değerlerin altüst oluşudur bu. Bu süreçte nice görkemli doğrular gücün allaması pullaması ile ateşböceklerinin ateşleri kadar bile ışık veremez olur. Sesime ses verir misin dağlar diye seslense bir hakikat eri, dağların buna cevabının bile hakikatçe olacağı konusunda endişe duyar hâle gelir. Dünün mağduriyetlerini yaşayanlar bugün başkalarını mağdur etmede bir beis görmezler. Mağduriyet dün “bir”se bugün “yüzbinleri” bulmaktadır ama güç, gücün nimetleri insanı buna karşı kör ve sağır etmektedir âdeta.
Yaşanmakta olan zaman dilimi öyle bir süreci kapsar ki hâkim psikolojik, sosyolojik etkisi sebebiyle vicdanlar bile körelir. Bu da hep hak namına yapılır, hakikat adına yapılır. İlahi bir emir olmasına rağmen bir haber araştırılıp soruşturulmadan, 5N1K şartları sorgulanmadan, söyleyenin hangi maksatla söylediği, yaydığı bilinmeden muhkem bir hükümmüş gibi kabul edilir, bunun üzerine yeni hükümler tesis edilmeye çalışılır. İnsanlar, kendilerinin haklı olduğunu, kabahat işlemediklerini, suçsuz olduklarını kendilerince ortaya koymaya çalışır ve çabalarlar. Normalde bir kabahati isnat eden, onu ispatlamakla yükümlü iken böyle süreçlerde siz suçsuz olduğunuzu ispat etmeye çalışırsınız. Ama bunda ne kadar başarıya ulaşırsınız bilinmez. Bunu sağlamak için insanlar yanlışı yanlışla ortaya koyar ve kendisine isnat edileni başkasının üzerine atmaya çalışır. Bu hakkaniyetsizlik olduğu gibi esaslı bir iftira suçunu da içerir.
İnsan olan insana düşen hangi şartlarda, hangi süreçlerde olursa olsun haktan hakikatten, hukuktan, adaletten, doğruluktan, dürüstlükten ayrılmadan geleceğe yürümek olmalı değil midir? Her hafta hutbede okunan ayet bunu söylemiyor mu? Nice hakikat erleri vardır geçmişte yaşadığı sıkıntıları değer yargılarından taviz vermeden aşmış, gelecekte hep övgüyle anılmıştır, anılmaktadır da. İnsan, değer yargılarına salt övülmek gibi manevi beklenti içerisinde olmadan sahip çıkmalı, özünde yaşamalı, geleceğe öylece yürümelidir. Bugün kaybedilen maddiyat yarın kazanılabilir ama kaybedilen kişilik, değerler, insanlık bir daha asla geri elde edilemez.
Nice günahlar vardır ama tövbesiz. Özür dilersin ama dilediğin özür bir işe yaramaz. Kırıp geçirmişsindir bütün bir geçmişi çünkü. Geçmişin bir an-ı seyyalesini bile yeniden yaşamamız mümkün mü? Geçmişe dair elde edilen, insanlar arası ilişkilerdeki kazanımları bir çırpıda harcayıveren, onu yeniden kazanabilir mi? Bir çocuğun gözyaşlarındaki üzgünlüğü, boynunun burukluğunu hangi dünya saadeti ve saltanatı giderebilir,yaşanan o üzgünlüğü hangi maddiyat hiç yaşanmamış hâle getirebilir ki?
Ey insan, ey hafızası nisyan ile malul /özürlü olan beşer, ebede uzanan bu yolculuğunda, ahiretin tarlası hükmündeki bu dünya hayatında tövbesiz günahları sakın işleme! Haksızlık etme bir başkasına, kendine yapılmasını istemediğin hiçbir haksızlığı. Suç isnat etme bir başkasına, kendine isnat edilmesini istemediğin hiçbir suçu. Ahlâk başlıklı yazısında Nurullah Ataç şöyle der: “Bence ahlâkın bir ilkesi, bir kökü vardır: “Sana yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma.” Bu değere kim karşı çıkabilir ki vicdanı ölmüşlerin dışında!.. Hem Müslüman emniyet ve güven insanı değil miydi? İki Cihan Güneşi (sallallahu aleyhi vesellem) Müslümanı “Müslüman, elinden ve dilinden başka Müslümanların emniyette/güvende olduğu kişi!” diye tarif etmemiş miydi?
Adam gibi adam olan insan, savunduğu dinî, millî ve evrensel değerleri her ne pahasına olursa olsun hayatına hayat kılar, ister maddi isterse manevi olsun, kendisi zarar görse bile başkasına kesinkes zarar vermez. Bundan yılandan çıyandan kaçındığı gibi kaçınır. Özü sözü bir olur ve geleceğe adam olarak kalır. Makyavelist bir yaklaşım sergileyerek değeri değersizlikler manzumesi olmaz. Özü sözü bir olur; yalancıların, müfterilerin kutbunda yer almaz, doğruluktan asla ayrılmaz. Çünkü Allah, doğruların yardımcısıdır.
Sözü Diyarbakırlı Sait Paşa’nın şiiri ile bağlayalım:
Halkı tahrîbeyleyib de kendin âbâd eyleme
Bu cihânda ev yapıp ukbâyıberbâd eyleme
Nef’in için zâlim-i bîrahmeimdâd eyleme
Âlemi tenfîr eden ahvâli mu’tâd eyleme
Müstakîm ol Hazret-i Allâh utandırmaz seni