Allah’ın çok dikkatli öğrenmemiz gereken isimlerinden biri, kâinattaki her şeyin terbiyesiyle ilgili olan “Rabbül Âlemin” ismidir. Binlerce şükür ki, O, kâinatın hâlıkı ve mâliki olduğu gibi aynı zamanda rabbidir, yani terbiyecisidir de. Evet, ALLAH EN BÜYÜK VE EN GERÇEK TERBİYECİDİR (EĞİTİCİDİR). Terbiyeciliği, yaratıcılığıyla, ilmiyle, kudretiyle, rahmetiyle, gadabıyla ve diğer isimleriyle, sıfatlarıyla iç içedir. O, BÜTÜN HER ŞEYİ RUBUBİYETİYLE KUŞATMIŞ, TERBİYE ETMEKTEDİR. Kâinat, O’nun rububuyetiyle ayakta ve düzende durur. O nasıl öğrettiyse kuş öyle uçar. O nasıl öğrettiyse balık öyle yüzer. O nasıl öğrettiyse güneş öyle doğar. O nasıl öğrettiyse yaşam öyle sürer. Allah’a bu isminden dolayı çok özel şükürler etmeliyiz. Şükür edebilmek için de bu ismi iyi anlamamız, cilvelerini müşahede edebilmemiz gerekir. Cenâb-ı Hakk’ın Rabb isminin en güzel müşahede edilebileceği zaman dilimlerinden biri, oruç tutmamızın emrolunduğu Ramazan ayıdır. Bizi bu güzel terbiye ayına kavuşturana şükürler olsun.
Son yazılarımda “eğitim”den (terbiye’den) söz ederek terbiyenin Ramazan ve oruç ile ilişkisi konusunda bir fikir cimnastiği yapmaya başlamıştım. Cenâb-ı Hakk’ın RABB ismine dikkat çekmeye çalışmıştım. “Âdemoğlu, O’nun rububiyetine karşılık, Ramazan orucuyla çok uygun bir ubudiyet arz etmiş olur.” demiştim. Daha doğrusu bunu, Büyük Üstad Bediüzzaman’ın eserinden aktarmıştım. Önceki yazımın son cümlesi de O’na ait idi. Şöyle diyordu: “...ehl-i iman,... ...Sultan-ı Ezelînin... ...o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyet(in)e karşı, vüs'atli ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle mukabele ediyorlar. ACABA BÖYLE ULVÎ UBÛDİYETE VE ŞEREF-İ KERAMETE İŞTİRAK ETMEYEN İNSANLAR, İNSAN İSMİNE LÂYIK MIDIRLAR?”
Kimin insan ismine lâyık olup olmadığını, her şeyi en iyi bilen Allah bilir elbette. Bizler ise kendi durumumuzla ilgili bir havf ürpertisi ve bir reca coşkusu yaşayabiliriz olsa olsa. Bir yandan dua, bir yandan şükür...
Bediüzzaman’ın neler dediğine biraz daha bakalım ve birlikte anlamaya çalışalım:
{{{İKİNCİ NÜKTE
Ramazan-ı Mübareğin savmı (SAVM: ORUÇ), Cenâb-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: (ORUÇ İLE ŞÜKÜR ARASINDAKİ İLİŞKİYİ GÖRECEĞİZ.)
Birinci Sözde denildiği gibi, bir padişahın matbahından (MUTFAĞINDAN) bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği hâlde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in'âm edeni (NİMET OLARAK VERENİ) tanımamak nihayet derecede bir belâhet (AHMAKLIK) olduğu gibi; Cenâb-ı Hak, hadsiz envâ-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş, ona mukàbil (KARŞILIĞINDA), o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zâhirî esbabı ve ashabı (GÖRÜNTÜDEKİ SEBEPLERİ VE SAHİPLERİ), tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz. Hattâ, müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. (İNEĞE, ARIYA, TAVUĞA, AĞACA, TARLAYA, GÜNEŞE TEŞEKKÜR... HÂLEN DAHA GÜNEŞ’E TAPANLAR VAR, DEĞİL Mİ?) Halbuki, Mün'im-i Hakikî, o esbabdan hadsiz derecede, o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır. (EL İNSAF, İNEK Mİ TEŞEKKÜRE LÂYIKTIR YOKSA İNEĞİ DE YARATAN ALLAH MI!) İşte Ona teşekkür etmek, o nimetleri doğrudan doğruya Ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur. (İŞTE RAMAZAN ORUCUYLA ŞÜKÜR ARASINDAKİ ASIL İLİŞKİ BU NOKTADAN İTİBAREN BAŞLIYOR, DEĞİL Mİ? İHTİYAÇ HİSSETMEYEN, LÂYIKIYLA TEŞEKKÜR EDEMEZ. KÖPEĞE BİLE EN GÜZEL BİR YİYECEĞİ VERİYORSUNUZ DA EĞER KARNI TOKSA DÖNÜP BAKMIYOR.) (TABİ BU ARADA, NE KADAR İHTİYAÇ HİSSETTİĞİMİZİN FARKINA VARMALIYIZ. BELKİ DE ÖZEL TEŞEKKÜRDE BULUNMADIĞIMIZ HAVAYA, OKSİJENE NE ÖLÇÜDE MUHTACIZ, DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ HİÇ? AĞZINIZI, BURNUNUZU KAPATIP BEKLEMEYE KOYULUN HELE. AMA ÖLMEK RADDESİNE GELİNCEYE KADAR BEKLEYİN. ORUÇTA DA ÖYLE. BİZİM İFTARLARIMIZLA, SAHURLARIMIZLA ORUÇ, GERÇEK İŞLEVİNİ YAPAMIYOR BELKİ DE.) TAM BU NOKTADA BEDİÜZZAMAN’IN YUKARIDAKİ SORUSUNU TEKRAR HATIRLAYALIM MI: “ACABA BÖYLE ULVÎ UBÛDİYETE VE ŞEREF-İ KERAMETE İŞTİRAK ETMEYEN İNSANLAR, İNSAN İSMİNE LÂYIK MIDIRLAR?”
İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. (BİZ ZENGİNLERRR, BİZ TOKLARRR, İŞİMİZ GERÇEKTEN ZOR. GERÇEK KUL OLMANIN YOLU GERÇEK ŞÜKÜRDEN GEÇİYOR.) (ŞÜKÜR DE, AĞIZ İLE SÖYLEMEKTEN İBARET OLMASA GEREKTİR; ŞÜKÜR ETTİĞİMİZ ZÂT’IN EMİR VE YASAKLARINA UYACAĞIZ Kİ ŞÜKÜR, ŞÜKÜR OLSUN.) Halbuki, iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlâhiye olduğuna kuvve-i zâikası (TAT ALMA DUYUSU) şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü mânevîye mazhar olur.
Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti (YASAKLANMASI, ENGELLENMESİ) cihetiyle, "O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde (YEME İÇMEDE) hür değilim. Demek başkasının malıdır ve in'âmıdır; Onun emrini bekliyorum." (OF OFFFF! İŞTE EN BÜYÜK BOMBA BURADA PATLADI! SOFRALARI DÜŞÜNÜN. İSRAFI DÜŞÜNÜN. İSRAFÇI ZENGİNLERİ DÜŞÜNÜN. VİLLALARI, KONAKLARI, SARAYLARI DÜŞÜNÜN. ORALARDA YAŞAYAN SULTANLARIN, PADİŞAHLARIN FİRAVUNLUK DUYGULARINI, ENANİYETLERİNİ, KİBİRLERİNİ, GURURLARINI DÜŞÜNÜN. YEMEK İÇİN YAŞAYANLARI DÜŞÜNÜN. EKMEĞİN DIŞINI YİYİP, İÇİNİ ATANLARI DÜŞÜNÜN. BAZI FİLMLERDE GÖRMÜŞSÜNÜZDÜR, BAZEN DE TELEVİZYON HABERLERİNDE GÖRÜYORUZ O TİPLERİ. GELİŞMİŞ ÜLKELERİN BURUJUVALARINDA VE ARİSTOKRATLARINDA DA VAR, BİZİMKİLERDE DE VAR. HAYDİ HERKESİ BIRAKALIM, KENDİMİZİ DÜŞÜNELİM EN EVVEL. HAYVANLAR GİBİ YİYİP İÇEMEYİZ. YAŞAYACAK KADAR, TADINA BAKACAK KADAR... BİR YİYİP BİNLERCE ŞÜKRETMELİYİZ... BİZZZ AH BİZZZ!) (İŞTE RAMAZAN ORUCU VE TABİ GENEL ANLAMIYLA ORUÇ, BİZİ HAYVAN DEREKESİNDEN İNSAN DERECESİNE ÇIKARAN EN ÖNEMLİ İBADETLERDEN BİRİDİR.) diye, nimeti nimet bilir, bir şükr-ü mânevî eder. (CENNET’E GİDENLERİN ÇOĞUNU FAKİRLERİN OLUŞTURACAĞINA DAİR BİR HADİS BİLİYORUM. EFENDİLER EFENDİSİ BOŞUNA SÖZ SÖYLEMEZ.)
İşte, bu suretle oruç çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer. (NEYMİŞ ORUÇ? İNSANIN GERÇEK GÖREVİ OLAN ŞÜKRÜN ANAHTARIYMIŞ. GERÇEK ŞÜKÜR YAPAMAYANLARIMIZ, İNSANLARA YAKIŞAN EN ÖNEMLİ BİR VAZİFEYİ YAPMIYOR DEMEKTİR. BU VAZİFENİN KAPISININ DA ANAHTARI ORUÇTUR.)}}}
Yüce Allah, bize ulaşan bütün nimetlerin gerçek ve mutlak sahibidir. O’nun ikramı olan bu sınırsız nimetlerin karşılığında Kendisine şükretmek de bizim aslî görevimizdir. Ramazan orucu, Allah’ın nimetlerini gerçek değerleriyle anlamamıza ve yakışır şekilde şükretmemize güzel bir vesiledir. Ramazan ayını ve emrolunan orucu bu açıdan bakarak gerçek önemiyle kavramamız, kulluğun bir muktezasıdır. Rabbimiz, bizleri orucun bütün hikmetlerini anlayan ve şükür görevini lâyıkıyla yapan kullarından eylesin. Vesselâm.
R. SERDAR ÖZMİLLİ