Sanatçı Ali Ekber Çiçek’in Erzincan dolaylarından derleyip içli sesiyle söylediği, yürekleri burkan bir türkü “Şu yüce dağları duman kaplamış/ Yine mi gurbetten kara haber var/ Seher vakti bu yerde kimler ağlamış/Çimenler üstünde gözyaşları var, gözyaşları var” dizeleriyle başlar. Türküyü dinlerken insan bir tefekkür deryasına ve hüzne dalıp gidiyor.
Sis, hiç şüphesiz Allah’ın kanunlarındandır. Başka bir ifadeyle “tabiat olayı”dır ki bulutların alçalmasıyla meydana gelir ve bu olay, Güncel Türkçe Sözlük (TDK)’te “Atmosferin alt tabakalarındaki küçük su taneleri veya buhardan oluşan bulutların çok alçalarak yeryüzüne kadar inmesiyle oluşan duman” olarak açıklanır.
Sis, kuşkusuz görsellik açısından kişinin konumuna göre çok güzel de olabilir. Sise dışarıdan baktığınızda çok görkemli bir manzarayla karşı karşıyasınız demektir. Ama sisin içinde ve yolcu iseniz, bir vasıtayla bir yere gidiyorsanız yani, elinizde yön bulucu bir aletiniz de yoksa, işte o zaman yandı gülüm keten helva!.. Büyük bir belanın içinde olduğunuzu rahatlıkla söyleyebilirim. Hâl anlatır söze ne hacet!..
Geçen gün, çevredeki büyük AVM’lerden birine giderken dağlara doğru baktığımda dağlarda hafif bir sis vardı. Güneş ve sisin etkisiyle başı dumanlı dağlar, tepeler, ağaçlar yüksekten alçaldıkça merdivenin basamakları gibi kademe kademe düşen bir görsellik hâlinde gözüme görününce konusu zihnimde yer etti ve bu yazıya vesile oldu.
Sis, birçok kelime gibi sadece gerçek anlamıyla metinlerde yer almaz. Kelimeler gerçek anlamlarının yanı sıra mecaz anlamlarıyla da duygu ve düşüncemizi daha iyi ifade etmemize, anlatmamıza yardımcı olur. Kelimeler bu sebeple hangi dilde olursa olsun, mecaz, terim gibi birçok farklı bağlamda, farklı anlamlara gelebilecek şekilde kullanılır. İki dilde de ortak kullanılan bir kelime olan “kafir” kelimesinden hareket ederek meseleyi açıklayacak olursak “kafir”, gerçek anlamı itibariyle Arapçada “örten”, “gizleyen” demektir. Toprağa atılmasıyla toprağın içine “tohumun gizlenmesi” bağlamında ekin ekme işi bir bakıma “küfür”dür, tohumu “örtme, gizleme” işidir yani. Burada inanca yönelik bir anlam söz konusu değildir. Ama kelime dinî bir terim olarak Türkçemizde olduğu gibi “Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr eden kimse” olarak yeni bir anlam kazanır. Sis kelimesi de böyledir; coğrafya bağlamında gerçek anlama sahip olan sis; olayların gerçek yönlerinin bilinmemesi, yaşananların üzerine bazı hâkim güçlerin, muktedirlerin güçlerinin ağırlığını koymaları neticesinde, olan ile gösterilen; anlatılan ile olanın farklı olduğu hâlde akların kara, karaların ak olarak gösterilmesi olarak mecaz anlama sahiptir. Böylece sosyal ve siyasi hayatın üzerinde muktedirlerin sisi düşmüş, hakikatler gizlenmiş demektir.
Sis şiirleri
Sis, modern Türk şiirinin üstatlarından Yahya Kemal Beyatlı ve Tevfik Fikret’in aynı konuda ve birincisi ikincisinin şiirini şiirinde yer vermek suretiyle şiir yazmalarına vesile olmuş bir meseledir.
Yirminci yüzyılın başlarında Tevfik Fikret, hâkim siyasi atmosfere muhalif bir duruşa sahiptir. Fikret, şair olarak siyaseten bu farklı duruşunu şiirlerine de yansıtır. O yıllarda İstanbul’un üzerine çöken bir sis olayı üzerinden, devrin muktedirleri hâkim yönetimin çıkmazlarını, Sultan II. Abdülhamid’in müstebidane yönetim anlayışını, uygulamalarını anlatır ve bütün bunları halkın, devletin üzerine çöken bir sis olarak nitelendirir.
Tevfik Fikret’in, geriye dönüp baktığımızda İstanbul ile ilgili olarak bu benzetmeyi yapmada tamamen olmasa da birçok yönden haklılık payına sahiptir diyebiliriz. Her şeyden önce düşünce ve ifade hürriyetinin olmaması, yazıların, kitapların, gazetelerin sansür kurumunun onay verdiği kadarı ve şekliyle yayımlanabilmesi, günümüzde birçok olumsuz örnekleri olan bir tür “muhaberat devleti” anlayışıyla hareket edilmesi vb. hususlar, halkı huzursuz etmekte, Fikret’i haklı çıkarmaktaydı. Ama bazı benzetmelerinde şairin aşırılığa kaçtığını elbette belirtmeden geçemeyiz. Yahya Kemal’in “beddua” olarak adlandırdığı o “Sis” şiiri şu dizelerle başlar:
“Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid [inatçı sis, duman],/ Bir zulmet-i beyzâ [beyaz karanlık]ki peyâpey mütezâyid [gittikçe artan]./ Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh [gölgeler, her şey],/Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh [tablolar];/ Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar/ Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine [derinliğine], korkar!/ Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim [karanlık örtü],/ Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim [zulüm alanı]!/ Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ [parlak, gösterişli alan],/ Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ [fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı saha]!/ Ey şa'şaanın, kevkebenin [ihtişamın]mehdi [beşiği], mezârı/ Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı [imrenilen kraliçesi]; …”
Fikret, sosyal hayatta yer alan birçok detayı, orada belirtilen varlık ve kavramları nitelikleriyle birlikte “hitap” cümlelerinden sonra bir bir sıraladıktan sonra “Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;/ Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!” diyerek güzel İstanbul’un oldukça olumsuz ve çirkin bir nitelemeyle “betimlemesi” asla affedilemez. Şairin böyle bir şiir yazarak olumsuz nitelemeleri söylemesine sebep olanları da o müstebidane fiillerinden dolayı affedecek değiliz. Tarihin hangi döneminde olursa olsun, zulme razı olamayız, rıza gösterenleri de müsamaha ile yaklaşamayız. Çünkü “Zulme rıza zulümdür.”, Allah adaletle hükmedenleri sever; zulmedenleri, zalimleri asla sevmez Allah!..
Modern Türk şiirinin kurucularından üstat Yahya Kemal Beyatlı da “Siste Söyleniş” adlı şiirinde sisle birlikte İstanbul’u ele alır ve Fikret’in anlatımına bazı göndermeler yaparak İstanbul’u anlatır. Fikret, devrin siyasi şartlarının etkisiyle İstanbul’u olumsuz, istenmeyen sıfatlarla betimlerken Yahya Kemal hem görsellik hem de sosyallik bakımında daha olumlu nitelemelerle anlatır:
“Birden kapandı birbiri ardınca perdeler.../ Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler? // Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden/ Fîrûze nehri nerde? Bugün saklıdır, neden?// Benzetmek olmasın sana dünyâda bir yeri;/ Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.”
Görüldüğü gibi üstat Yahya Kemal, bu dizelerinde İstanbul’un güzelliğinin sisle birlikte kaybolduğunu, ama bununla birlikte ortaya çıkan bu yeni manzaranın da güzel olduğunu, dünyaca ünlü İsviçre göllerinde de Eylül sonunda böyle güzel manzaralar olduğunu hatırlatır. Üstat Beyatlı, sözü bundan sonra Fikret’in o “lanetli” şiirine getirerek “Bir devri lânetiyle boğan şâirin Sis’i,/ Vicdan ve ıûh elemlerinin en zehirlisi,// Hulyâma bir ezâ gibi aksetti bir daha:/— Örtün ! Müebbeden uyu! Ey şehr! — O bedduâ… ” der ve şiirin aynı zaman bir beddua olduğunu da ifade eder. Sonra da şehrin üzerine kâbus gibi çöken bu sisin en kısa sürede kalkmasını diler: “Hâyır bu hâl uzun süremez, sen yakındasın;/ Hâlâ dağılmayan bu sisin arkasındasın.// Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl/ Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl.”
Birçok medeniyete ev sahipliği yapan, dünyanın sayılı şehirlerden biri olan İstanbul’un, onun şahsında o dönem itibariyle Osmanlının üzerinden sisin kalkmasıyla onun arkasındaki güzelliklerin bir bir ortaya çıkacağı ümidi içindedir. Üstat “Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın, /Hiçbir zaman kader bizi senden ayırmasın.” diyerek hem bu şehre, İstanbul’la hem de Osmanlıyla olan kalbi birlikteliğini bu dizelerle ortaya koyar.
Pencere önemlidir
Herkes, olaylara kendi penceresinden bakar. Pencerenin konumu kadar pencereden bakanın konumu ve duruşu da önemlidir. Buna pencerede perde ya da pancur olup olmadığı, havanın açık ya da sisli olup olmadığı da önemlidir. Güzelliklerin, iyiliklerin, hakikatin bir bir ortaya çıkması, güzelliklerin güzel olarak güzelce görünebilmesi de onların önündeki algı çalışmalarının, gerçeği tersyüz edicilerin, gerçeklerin üzerini örten yalan, iftira, hırs, kin, nefret ve menfaat sislerinin ortadan kalkmasına bağlıdır. Nasıl ki tabiatın muhteşem güzellikleri ancak açık ve güneşli havada görülebilir, renkleri fark edilebilir. Öyle de sosyal hayatın, sosyolojinin güzellikleri de sosyal hayatı ve sosyolojinin üzerine çöken kapkara zulüm, iftira, haksızlık, hukuksuzluk bulutların ortadan kalkmasıyla görünür hâle gelecek ve şair Şükrü Erbaş’ın “Konuşuyorsun ya../ Sisten güneşe çıkıyor/ kırmızı kuşlar..” dediği gibi, toplum güzelleştikçe güzelleşecek, güzelliklerle yüz yüze gelecektir.
Meselenin bir başka yönü ise insanın kendisidir: Hakikat, iyilik ve güzellik karşısında hangi pozisyondadır? Hakkı, hukuku, adaleti ve insanlığı mı savunmaktadır yoksa bencilce bir ruh hâletiyle menfaatini koruma derdinde midir? İnsan kendi bakışındaki perdeyi, sis perdesini aklını ve iradesini kullanarak kaldırabilir, kaldırmalıdır da… Nitekim “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir.” (Maide, 105) ayeti kerimesi ona bu sorumluluğu yükler. O, bakışını düzeltmediği, bakışındaki sis perdesini kaldırmadığı takdirde sisten, dumanlı havadan nemalan zalimlerle ve onların destekçileriyle aynı safta durmuş demektir.
Toplumun üzerine, her devirde, farklı farklı sisler çökmüş. Günümüzde de iyilikleri, güzellikleri örtüp gizleme amacına matuf olarak toplumun üzerine çöken kin, nefret, yaftalama, iftira, haset, şeytanlaştırma, düşmanlaştırma ve ötekileştirme sisleriyle birlikte adaletsizlik, haksızlık ve hukuksuzluk sisleri söz konusu.
Birlik ve beraberliğin, huzur ve güvenin temini için bu sislerin de bir an önce toplumun üzerinden kalkması; toplumun, masum ve mazlumların huzura, mutluluğa ve günlük güneşli aydınlıklara ermesi dileğiyle!..