İstikrar sahibi olmak güzeldir. Ama güzellik için bu özellik asla yeterli değildir.Çünkü istikrar sahibi olmak kadar, ondan da öte, ne üzere istikrar sahibi olunduğunun önemi vardır.
Kişi hayatı boyunca hiç kimsenin hayrına olmayan işler yapmaya, sözler söylemeye odaklı bir çizgide olabilir; ama bu istikrarda istikamet yoktur. İnsanın en başta kendisine, ailesine, vatanına, milletine hasılı insanlığa faydası yoksa orada istikametten, doğruluktan bahsedilemez.
En takdir edilesi istikrar ve istikamet, hayatını iyilik, güzellik ve doğruluktan milim şaşmadan bu çizgide devam ettirebilmektir. Hayatınıböyle bir çizgide sürdüren bir insan alkışlanır, alkışlanması da gerekir.
Toplumda iyilik, güzellik ve doğruluk adına kurumsal bir vazife alanların hayatlarının iyilik, güzellik, doğruluk ve hakta, hakperestlikte ısrar eden bir istikrarlı çizgide olmaları beklenir. Bu, en azından iyiliğin, güzelliğin, doğruluğun ve hakkın hatırı için böyledir. Toplum için değerler manzumesi ile ayakta kalması gereken bir kurumda, böylesine kurumsal vazife ifa edenlerin haktan, hukuktan, güzellikten, doğruluktan zaman zaman ayrılarak yalpalamaları asla affedilecek bir durum değildir. Çünkü onların yalpalamalarındanen çok da değerlerin, dolayısıyla toplumun zarar gördüğünü hatırda tutmamız gerekiyor.
Değerleri yozlaşmış toplumların geleceği tehlike altındadır. Toplumun yönlendirilmesinde etkili, yetkili kişilerin zaman zaman dillerinden düşürmedikleri asıl “beka meselesi” tam da budur. Değerleri altüst olmuş, yozlaşmış toplumların gelecek vadetmesi mümkün değildir. Gelecekte büyük medeniyetler inşa etmelerinin de imkânı yoktur.
Sözü,Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanarakher hafta camilerde irat edilen hutbelereve vaizler tarafından kürsülerde verilen vaazlara getireceğim.
Her ne olursa olsun işin merkezinde insan vardır. İnsan dürüst ve düşüncesi itibariyle sağlamsa orada sıkıntı ya yoktur ya da asgari seviyededir. O da insandan kaynaklı bir mesele değildir.
İslam’da diğer semavi dinlerde olduğu gibi ruhbanlık, din bağlamında bir din adamlığı sınıfı yoktur. Ama toplumun dini vazifelerini yerine getirmede, dini anlama ve anlatmada ihtiyaç duyulan hususları yerine getiren bağlamında bir din adamlığı söz konusudur. Hocalık, vaizlik, imamlık, hatiplik bu kalemde anlaşılması gereken “meslek”lerdendir.
Sosyoloji ilminin gerçekliklerindendir: Bozulan toplumu ihya eden, düzelten, canlandıran, birlik ve beraberliğine katkı sunan din adamlarıdır. Aynı şekilde düzgün toplumu yoldan çıkaran, değerlerin aşınmasına, yozlaşmasına, istismar edilmesine yol açan da din adamlarıdır. Peki, bu iki zıt durum aynı noktada nasıl buluşabiliyor? Birbirine, alabildiğine ters özellikler nasıl oluyor da bir kişide ya da aynı mesleği ifa eden kişilerde barınabiliyor? Bunun cevabını bizzat insanın kendisi veriyor.
Din adamı özü itibariyle insandır; melek değildir, beşerdir. Bir meseldir ki beşer şaşar. İyilik perisi, meleği olan da insan, şeytanın yoldaşı ve haldaşı olan da. Kabil de insan evladı, Habil de.
Ku’an’da“Allah’tan en çok korkan âlimlerdir.” diye bildirilen din adamları, ilim erbabı olan asil kişiler, Peygamberlerin varisleri olan ve peygamberane hayat yaşamaya gayret gösteren kişilerdir. Onlar ki bozulan veya bozulmaya yüz tutan toplumu ihya eder, gönülleri tamir eder, toplumun felaha, kurtuluşa ermesine vesile olur, insanların dünyalarının ve ahiretlerinin topyekûn heba olmasının önüne geçer. Bir de nefsinin hevasına tabi olan, dünya mal ve makamları öncelikli hedefi hâline getiren, kör siyasetin, politikanın zebunu olmuş din adamları da vardır ki onlar, toplumu ifsat eder, ayrıştırır, ötekileştirir, zihinlere, kalplere nefret tohumları eker ve toplumun büsbütün bozulmasında, değerlerin değersizleştirilmesinde, değerlerin kaybolmasında öncü kuvvetlerden olur.
Kendimi bildim bileli, yirmi yıldır iktidarda olan bir zihniyet tarafından Diyanet İşleri Başkanlığı hutbeleri önceki dönemlerde hep eleştirilmiştir. Eleştirinin odağında ise hutbelerin hâkim zihniyetin, siyasetin, politikanın sesi, soluğu olması, onların güdümünde hazırlanması, bu metinlerde dinin öz hâlinin değil yoz hâlinin topluma verilmesi vardır.
Tek parti dönemi uygulamaları, demokrasiye geçiş yıllarının hutbeleri, darbeler ve muhtıralar sonrası hutbeler (buna 15 Temmuz sonrası da dahil) incelendiğinde eleştirilerin boş ve temelsiz olduğunu söylemek gerçekten zordur. Eleştirenlerin haklılık payı yer yer azalır, yer yer artar. Farkı, tabi olunan, seslendirilen siyasi anlayışın farklılığından başka bir şey değildir.
12 Eylül Darbesi sonrasında hutbelerin sınırları, çerçevesi hâkim siyasi anlayışlarla çizilmiş, bu bağlamda soft hutbeler hazırlanmış, suya sabuna dokunmayan cümlelerle din anlatılmaya çalışılmıştır. O dönem hutbelerini eleştirenler ve eleştirme sebepleri hâlâ hafızamdadır.
12 Dönemi hutbelerini eleştirenlerin bugün de benzer hutbeleri yazdıklarına tanık oluyoruz. Hayır, benzer demek büyük hata!.. Ondan beter, parti bülteni hâlinde, her bir cümlesinde kör siyasetin, menfaate dayalı politikanın mürekkebi ile yazılmış metinler söz konusudur. Öyle ki insanları camiden, dinden, diyanetten soğutacak şeklinde vaazlar ve hutbeler!..
Hutbe ve vaazların zikzak çizmede istikrar hâlinde olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Olması gereken istikamette istikrardır. Hâlbuki hak ve hakikatten milim sapmadan, dinin, diyanetin, hakkın, hakikatin ayet ve hadisler ışığında, olması gerektiği şekliyle anlatılması elzemdir. İstikamet budur; menfaate dayalı kör siyasetin, günübirlik politikanın emri ve baskısına karşın, her daim hakkın ve hakikatin ifade edilmesine, haksızlıkların, hukuksuzlukların, adam kayırmaların, kul hakkı yemenin dinde yeri olmadığının bildirilmesine çalışmaktır.
Bir paragrafında haktan, hakikatten dem vurup öbür paragrafında yanlışın, batılın işlenmesi hutbeyi bu istikamet ehli yapmaz. Dini hizmetleri ifa eden insan, değil hutbelerde siyasi konulara değinmesi kişisel paylaşımlarında bile siyasete yer vermemesi gerekir. Kişi, siyasi paylaşımlar yapacaksa dini hizmetlerden kendini azade kılmalı, başka bir mesleği icra etmelidir. İnsanları camiden, dinden, imandan soğutmaya kimsenin hakkı yoktur. Hiçbir hutbenin temasında ötekileştirme olmamalıdır. Hele tekfire, küfre varan itham ve iftiraya hiç mi hiç yer verilmemelidir.
İnsanların hidayetine vesile olmanın sevabı, batıla düşürmenin, o yola düşmesine sebep olmanın günahı ile birlikte düşünülmeli, ona göre hareket edilmelidir. Hatta, zarar vermeme düsturu ile hareket edilmelidir. Tamir etmeden önce yapılı olanları bozmamanın esas olduğu bilinci ile hareket edilmeli, kaş yapayım derken gözler çıkarmaktan daima sakınılmalıdır.
Dünyevi menfaate dayalı kör siyasetin emrini yansıtan hutbeler, asal dinin sesi, soluğu değildir. Onların camilerde okunması dinin yozlaşmasına, insanların dinden soğumasına sebep olur. Bunun vebali çok ağırdır. Ahiret hayatını, sonsuz bir hayatı, cenneti, cehennemi, hepsinden önemlisi Allah’ın hoşnutluğunu ve rızasını bilen ve önemseyenler bu vebalin ne boyutunu da iyi bilirler. Bunu bilmeyenler binlerce kitabı okumuş olsa da gerçekte cahillerden sayılırlar. Çünkü asıl bilinmesi gerekeni bilmemek, özü bırakıp kabuklarla yetinmiş olmak demektir. Öz olmayınca kabuk fide vermez. Dinin özü anlatılmazsa anlatılanlar din değil, kör politikanın mırıltılarıdır.
Unutmayalım ki en büyük kayıp güven kaybıdır. Güvendiği dallar kırılmışsa hiçbir dalı tutunma isteği olmaz insanın. Güven kaybı ile bozulma vücudun can alıcı noktalarına sirayet etmiş demektir. Din ve diyaneti, hak ve hakikati anlatma ve yaşama yolunda bir numune-i imtisal, rol model, üsveihasene olan din adamları böyle güven zedeleyici söz, fiil ve davranışlardan uzak olmalılar. Hutbeleri hazırlama emrini verenler de hazırlayanlar da bu önemli hususu asla gözden ırak tutmamalılar.
Sözlerimiz ve hâllerimiz istikamette istikrarı yakalamalı, bunu hiç terk etmemeli. Toplum ancak böyle düzelir. Yoksa bir yandan yaparken bir yandan yıkım devam eder de hiçbir zaman toplumun sağlam ve görkemli bir binası inşa edilemez. Vesselam!..